29 Kasım 2015

Hâtın

Seydimen'in efsane şahsiyetleri say denilse, bana göre Hâtın kesinlikle bunların arasında yer alır. Hem de ne efsane; kat kat olan o klasikleşmiş giyim tarzı mı, hep yaşamak zorunda kaldığı o izbe ve bakımsız mekânlar mı, pek kimsenin farkında olmadığı o muhakeme yeteneği mi? Nereden biliyorum; çocukluğumda, onun iştirak ettiği çok hasbıhâle tanıklık ettim de ondan. Ne gün yüzü görmemiş corlar (sözler) duydum ondan; "yalancı yüzü kara, küller başına 'fıhâra' (zavallı), ömerovun küllüğü başına" gibi daha nice ince hanekler, belleğimde kalabildiği kadarıyla...

Hâtın, 1983.
Anam ile arası çok iyiydi. Anam onun sırdaşı ve danışmanı gibiydi. Hatta bir keresinde bizim aile ile birlikte "içme"ye (şifalı suya) gittiği bile olmuştu. Normalde, birkaç güne kalmaz, "yukarı ev'"in arkasından bizim eve doğru, köyün adamları gibi elleri arkasına bağlı salına salına geldiğine şahit olurduk. Yaşı daha da ilerlediğinde, kendine dayak yaptığı kocaman bir sopayla yürürdü. Hep öne doğru eğik vaziyette, sallanarak yürürdü. Sanki hayatın tüm o ağır yüklerinden omuzları çöküp kamburunu çıkarmıştı âdeta. Sonraları iyice yaşlanıp yürürken zorlanmaya başlamasıyla birlikte, Köyün üst başında, "Mahâmmet Ağa"nın eski iki katlı kerpiç konağının altında bir köşede tek göz bir odada Sâdın Emmi ile yaşadığı yerden, bize gelirken yolda birkaç noktada mola verdiğini hep anlatırdı, nefes nefese bize vardığında. Fakat hiç kesmedi Anama bu ziyaretlerini. Velev ki civarda önemli bir hadise olsun, hemen yolda belirir, gelir Anamdan bilgi alır veya kendisi bir şeyler biliyorsa söyler ve konuyu analiz ederdi. Köyde hemen hiçbir şeyden geri kalmazdı, her şeyin içinde, o yaşına rağmen bulunurdu veya bulunmak isterdi. Zihni açık biriydi bence, ortamı ve gelişmeleri tartar ve ona göre tavır alırdı. Yaşadığı o ağır zorluklar ve güç koşullar bir tarafa, akıllı bir kadındı Hâtın. Köyde birbiriyle konuşmayanlar arasında birtakım zaruri haberleri getirir götürür, insanların arasını yapardı, bir nevi köyün gayri resmi ve gönüllü ulağı gibiydi.

Bir de, hayatımda ağaranı, özellikle süt ve yoğurdu, Hâtın kadar sevip onlarsız yapamayan az insan tanımışımdır. Zaten çoğu kişiye göre, uzun yaşının sırrı da bu süt ürünleriydi. Her ne kadar hemen herkesten; "Ben bildim bileli Hâtın böyle!" lafını işitmişsem de, esasında tam yaşı konusunda pek kimsenin bilgisi olmayan Hâtın'ın bize komşuluğu eskiye dayanırdı. Eskiden, bizim evin garbısında yine tek göz kerpiç bir yapıda kalırlardı. Çok küçükken bu evlerine ara ara gittiğimi hatırlıyorum, hatta o zamanlar bana "Bu benim oğlum!" derdi rahmetli, niyeyse ben de bu ilgiye meftun olacağım ki, arada bir giderdim evlerine, sofralarına otururdum.

Sanırım, hayatında, ona en büyük etki eden olaylardan biri, oğlu Kadir'i küçük yaşta kaybetmesiydi. Kadir, daha çocuk sayılacak yaşta, komşu Çiftlik Köyü'ne, galiba unluk buğdayları öğütmek için eşek ile değirmene gönderilmiş. Ancak köye dönüşü havanın kararmasına denk gelmiş. Zavallı çocuk, köye yaklaştığı sırada, karanlıkta, yakınından kalkan bir tilkinin çıkardığı sesten, artık ne zannettiyse çok korkmuş, yatağa düşmüş ve bir daha da toparlayamamış. Bir gün Hâtın, hasta yatan oğluna güzel bir yemek hazırlamış, fakat Kadir yememiş bu yemeği, yalnızca su istemiş anasından, Hâtın da, illa bu yemeği yesin ki iyi olsun diye oğluna; "Yemeğini yi ondan sonra su içersin!" diye diretince sanırım çocuk vazgeçmiş sonra, Kadir o gecenin sabahına vefat etmiş maalesef. Kaç kez ben de tanık oldum, Hâtın, ne zaman ağlayan bir bebek veya çocuk görse: "Acı su verin şu uşağa, su verin, su verin…" derdi, belli ki oğlunun o şekilde ölümü derinden yaralamıştı merhumeyi…

Gelelim bu fotoğrafın hikâyesine, 1983 yılı olmalı, biz ilkokula başladık o sene, okula fotoğrafçı geldi, tüm öğrenciler, Şenel öğretmen ile birlikte fotoğraf çektirdik. Daha sonra, öğretmen bizleri evlerimize yolladı ve köyün kadın ve kızlarını hep beraber fotoğraf çektirmek üzere okula çağırdı. Biz de evlere koşup büyüklerimize söylemiştik. Bizimkiler o gün ekmek yaptığından, Ganime ablam hariç, fotoğraf çektirmeye gidememişlerdi. Lakin Hâtın, bu çağrıyı nasılsa haber almış ve okula gelmiş. Sonradan Anamın anlattığına göre (Hâtın anlatmış kendisine), Hâtın'ın da fotoğraf çektirmeye gelmesi biraz şaşkınlık hasıl etmiş diğer bazı gelenler üzerinde. Bunu fark eden Hâtın; "Biyy anam, niye, benim neyim eksikmiş ovv!" diyerek kadraja en sağından girmiş tüm azametiyle, zira pek az böyle dik dururdu. İşin özü, ne de iyi etmiş rahmetli.

28 Kasım 2015

El Değirmeni

1992 yazı, evin önü, bir akşamüzeri, ailecek mercimek
çekiyoruz, 'Beriş' 'Paşa'nın omuzunda, Dedemin 
iğde ağacı hâlâ yerinde o zamanlar, altında emektar turuncu
Anadol arkada, o eski kırmızı teknenin (römork) yanında...
'El Dermeni', böyle derler bizim orada, iki büyükçe yontulmuş siyah taştan yapılma el değirmenine. Mercimek çekildiğini bizzat gördüm bu değirmenlerle, ama daha eskiden başka tahılları ufalamak için de kullanılırmış bu tarihi sayılabilecek alet. Belki de insanlığın ilk geliştirdiği gereçlerden biridir el değirmeni. İnsanlığın bu kadar uzun süre, ilk günkü biçimiyle kullandığı pek az alet olmalı. Tahıl öğütmek, her zaman en önemli faaliyetlerinden ve gıda ihtiyaçlarından biri olmuş insanoğlunun. Neticede öğütülmüş tahıl, her şekilde daha kullanışlı bütün olanına göre.

Kırmızı mercimek, bir zamanlar Barakeli'nde yetişen en önemli tahıllardan biriydi. Hem kıymeti hem de daha çok para etmesi bakımından çiftçinin bel kemiği gibiydi, antepfıstığından sonra. En azından bizimkiler için öyleydi. Bakımı ve hasadı arpa ve buğdaya göre daha meşakkatliydi, ama hem verimi hem de fiyatı da ona göreydi, gayet iyiydi. Sadece ticari olarak değil, hane tüketimi için de önemliydi. Tabiî, öncelikle iyi ve kaliteli bir mercimek olmalıydı hane için kullanılacak olan mercimek. Bu, her zaman kendi yetiştirdiğiniz ürün olmayabilirdi, tohum, hava, tarla ve sair koşullar sebebiyle herkesin mercimeği aynı kalitede olmazdı. Gerekirse başkası ile değiş-tokuş yapılabilirdi veya satın alınabilirdi hane için ayrılacak mercimek. Sonrasında güzelce yıkanır ve kurutulurdu bu mercimekler. Akabinde içindeki taş ve ot tohumu gibi yabancı maddeler ayıklanırdı (şeçilirdi). Bir sonraki aşama, yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü üzere, el değirmeni ile bu mercimeklerin dövülmesiydi (çekilmesiydi). Birisi değirmenin üst taşına monte edilmiş bir tahta sap yardımıyla bu üst kısmı çevirirken, bir diğer kişi de, üstteki taşın, alttaki taşın üzerinden kayıp düşmemesi için, ortasından alttaki taşa takılı olan koruyucu kısa bir ahşap sopanın da bulunduğu delikten, ara ara ezilecek mercimekleri bırakırdı iki taşın arasına. Elbette bu iki işi aynı anda tek kişi de yapabilir, biraz daha yorucu olmakla birlikte. Böylece mercimek çekilirdi. Nihai aşama, çekilen mercimeklerin savrulmasıdır. Zira kırmızı mercimeğin dışında grimsi, morumsu ve kahverengimsi, kendine has bir kabuk bulunur. Savrulan dövülmüş mercimeklerin zaten öğütülmüş kabukları, rüzgârın da yardımıyla, iyice ayıklanmış ve kullanıma hazır hâle gelmiş olur.

24 Kasım 2015

Müslüm Hoca

1970'li yılların sonu, Müslüm Hoca ve talebeleri, bizim
aileden tam dört kişi var burada; Güher ve Ganime
ablalarım, Tercan ve Mahmut ağabeylerim...
Ben yetişemedim ona, ama "Seydimen'in bir kuşağının neredeyse tamamına, Balaban Köyü İlkokulu'nda, öğretmenlik yaptı" denilse, yeridir hani. Sadece öğrencilerine mi? Köyde kaç yetişkini defter ve kalem ile tanıştırdı, Allah bilir. Yalnızca eğitim mi? Ahali için bir öğretmenin çok ötesine geçmişti, eli türlü işe yatkın Müslüm Hoca. Bizim o eski kerpiç evin önündeki beton sekiyi Müslüm Hoca'nın o güç koşullarda yaptığı, hâlâ bir minnet duygusu ile anlatılır mesela. Anadolu'nun kara bahtını bir nebze ışıldatan tüm öğretmenler, o güç şartlarda giriştikleri bu yüce görev nedeniyle ne kadar hürmetle yâd edilse azdır sanırım. Onlar her zaman herkes üzerinde başarılı olamamış olabilirler, imkânları ve donanımları eksik kalmış olabilir, ama umudun canlı birer delili ve parıltısı olarak, çorak toprakların en azından bazı çocuklarına tam bir fener oldular. Bugün dahi Müslüm Hoca gibi özverili öğretmenler, çıkışın, ancak dünyada herkes ile her alanda rekabet edebilecek genç nesillere, sağlam bir eğitim ile mümkün olduğunun açık birer kanıtı gibidir.

Başka çare yok; öğrenip öğretip üreteceğiz, mümkünse yeni şeyler.

Belki ileride mevzu ve mesele daha net anlaşılacak ama köy okullarının kapatılması bu ülke ve toplum için hiç iyi olmamıştır. Zira köy öğretmenleri, sadece öğretmenlik yapmaları bile ziyadesiyle kafi olmakla birlikte, yalnızca birer öğretmen değildi işte orada yaşayanlar için... 

16 Kasım 2015

"Tiryaki oğlu Tiryaki"

Barak Kitapları
"Neyin tiryakisisiniz?", bu soruya muhatap olmayanımız yoktur sanırım. Rivayet odur ki, işin aslı kahveye dayanıyormuş. Büyük büyük dedemiz bir gün bir davete katılmış. Yemekler yenilmiş, hasbihâller edilmiş, bir ara, hane sahibi acı kahve ikram etmiş misafirlerine. Yalnız bu kahve, daha önceden kavrulup pişirilirken, köy yer tabiî, kahve çekirdeklerinin arasına bir veya birkaç arpa tanesi karışmış.

Davetin dağılma vakti gelince, herkes ayağa kalmış, lakin bizim büyük büyük dede ayağa kalkarken hafif bir sendelemiş şöyle. Bunu görenler: "Hâyırdır, ne oldu ağa?" diye hemen atılmışlar. Ceddimiz lafı çakmış: "Yemsedik!" (Kahvenin içindeki arpa tadını aldığını, arpanın bir hayvan yemi olduğunu ve bunun kendilerine ikram edildiğini ima ediyor). Hane sahibi, kahveye arpa tanesi karıştığını biliyor olacak ki; "Abovvv, 'Tiryaki oğlu Tiryaki'mişsin eâğam, fark ettin arpa tanesini yomm! (veya yurum (yorum), Barak'ta sözün başında veya sonunda söylenebilen bir hitap kelimesi)" demiş. O günden sonra, bizim büyük büyük dedenin adı olmuş mu Tiryaki Ağa.
Dedem Hacı Mahmut'un babası 'Hüfney' (Hanifi) Ağa'nın
kerpiç konağının son durumu...

Gerçek olma ihtimali daha yüksek kabul edilen başka bir rivayete göre ise, bu bir davetten ziyade bizim büyük büyük dedeyi tongaya düşürme teşebbüsü imiş. Kahveden çok iyi anladığı, her kahveyi beğenmediği yönünde bir kanaat varmış etrafta onun hakkında. Dolayısıyla, onu test etmek için arpa bilinçli olarak katılmış kahveye. Yine bizim büyük büyük dede sendeleyerek ayağa kalktığında; "arpaladık!" demiş meseleyi anladığını beyan kabilinden...

Barak'ın sözlü kültüründe önemli yer tutan göç ve iskân hikâyelerinde de, Tiryaki isimli bir oğuldan bahsedilmektedir. Barakların sürekli Osmanlı Devleti ile sorun yaşaması ve Anadolu'da oradan oraya sürgün edilmesi üzerine, o dönem boyun ileri gelenlerinden Feriz Bey, ya Osmanlı Devleti ile uzlaşılması ya da tekrar Horasan'a dönülmesini ister. Bunun için tüm boyun (aşiretin) ileri gelenleri bir araya toplanır. İşte o toplantıda, Tiryakioğlu'nun hem Türkistan'a geri dönülmesine hem de vergi salınmasına karşı çıktığı şu dizelerle anlatılır;

"...

Tiryakioğlum der ki
Dünyaya geldim bir daha gelmem
Yaradan'dan başka kimseyi bilmem
Ölürüm de bir çoban gene vermem
Al kanı çöllere saçalım
..."

Nohu'dan (Ayyıldız) Adil Emmi de güzel söylemiş bu Tiryakioğlu türküsünü:

"Odasında ağır kahve kaynıyor
Avlusunda Arap atı oynuyor
Ânneze'den Vali'nin Bey'ini adam saymıyor
Yummalar bağrışır derler ki
Gelsin çöllerin aslanı Koç Tiryakioğlu Kelağa

Çöllerde gene toğsuz aslan gibi yatardı
Cıdanın başında da alır satardı
Ânneze'den Tali'ye Vallah yeterdi
Yummalar bağrışır derler ki
Gelsin çöllerin aslanı Koç Tiryakioğlu Kelağa

Anamdan doğdum bir daha doğmam
Yaradan'dan başka kimseyi bilmem
Bir çoban deseler gene vermem
Çöllere al kızıl kanı saçalım dedi
Koç Tiryakioğlu Kelağa"

14 Kasım 2015

'Âmmel Gok!'

1990'lı yılların sonu, Tercan Ağabeyim öndeki, merhum
'Möhümmet' Emmi'nin (Mehmet Turak) yaptırdığı,
sonra Gaziantep'e göçünce (taşınınca) Mehmet 
Öyke'ye (Taha Uşağı) devrettiği, arkadaki toprak
sıvalı evin damından üç adet çörten sarkıyor misal.
"Çocukluğumuzun en eğlenceli hem oyunu hem de etkinliğiydi" desem, abartı olmaz sanırım. Bir de olaya 'yağmur duası' havası katılırdı ki, pek öyle değildi bence. O günün koşullarında, çocuklar için, olayın içine doğrudan dâhil oldukları eğlenceli bir şamataydı aslında 'Âmmel Gok'.

Köyün ilkokula giden akranları, özellikle sonbahar ve kış geceleri, yağmur yağmamasını da bahane ederek, geleneksel ve eğlenceli bir etkinlik yapardı. Önce birisi evinden 'küfte' (çiğköftenin etsiz ve tereyağı ile yapılanı) leğeni getirirdi. Sonra köydeki çocuklar çağrılır ve topluca köydeki evler kapı kapı dolaşılırdı. Köyün içinde topluca dolaşırken hep bir ağızdan; "Âmmel gok gok, Vermeyenin çörteni yok yok, Çömçeli (büyük tahta kepçe) gelin yağ ister, Allah'tan rahmet (yağmur) ister ..." şeklindeki mani bağırarak söylenirdi. 'Âmmel Gok'un ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikrim yok. Çörten, kerpiç evlerin damında yer alan, çıkıntı şeklinde ve genelde tenekeden yapılan yağmur suyu yoludur. Yüksek sesle köyü çınlatan bu mani, yağmur yağması için bu etkinliğin yapıldığını ve gelenlere bir şey verilmesinin talep edildiğini bildirirdi. Bunlar da, çoğunlukla, 'simit' dediğimiz köftelik ince bulgur, salça, tereyağı ve sair malzemeler olurdu. Her gittiğimiz evden, en az bunlardan biri istenirdi, üst limit yoktu gerçi, verilen yenebilir her şeye açıktık aslında. Bazen cömert davranıp daha farklı şeyler verenler de olurdu. Bazısı da arada karanlıkta karıştırır, pilavlık kalın bulgur verirdi ki, müstakbel 'küfte'mizi mahvederdi bu. Kimi hane sahipleri ise muziplik yapar, kapıya gelenlerin üzerine su atardı bazen, bu da işin eğlenceli kısmıydı. Kimse kapıyı açmaz veya bir şey vermezse, uşak (çocuklar) taşlarla evin çörtenlerine girişirdi. Malzemeler toplandıktan sonra, ya bu gıda maddeleri köyün bir fakirinin evine hediye olarak verilir ya da 'küfte'yi yoğuracak birisi aranırdı. 'Küfte' yoğurma konusunda mahir birine yoğrultulan 'küfte', topak topak ('küfte'nin avuç içi sıkımlarına denir) hep beraber yenilirdi. Şimdi dönüp geçmişe baktığımda, pek 'yağmur duası' anlamı yok dedim, ama 'Âmmel Gok' oynadığımız gecenin sabahına gözümüz de gökyüzünde olurdu; "acaba yağmur yağar mı?" diye, işin ilginci bazen yağardı ya.

Konuya ilişkin olarak Gaziantep Üniversitesi'nde 2010 yılında kabul edilmiş ve Levent Başarkanoğlu'na ait Nizip Efsaneleri isimli Yüksek Lisans Tezi'nde ilginç bir anekdot yer almaktadır, ilgili sayfalara aşağıda yer verilmiştir.
Çömçeli Gelin - "Âmmel Gok"

13 Kasım 2015

Kültüvator

1980'lerin sonu, bizim evin önü, Anam kurutmalık patlıcanları
oyuyor çamların gölgesinde, arkada kültüvator koşulu
traktörümüzle 'Kanatlı' da işten (çütten) gelmiş demek ki...
'Kanatlı' pulluğa böyle derdi; "kültüvator". Normal traktörler (motor denir bizde) için dokuz bacaklı pulluk kullanıldığından dokuzlu da denir. Daha güçlü traktörler ise onbir bacaklı pulluk kullanır ki, buna da onbirli denilir. Köye son gitmelerimde, antepfıstığı ağaçlarının altını daha iyi sürülebilsin (çüt (çift) sürmek) diye, bu pullukların özellikle sağ kenarlarına daha ince portatif bacaklar ilave ettiklerini görmüştüm. Böylece, ağaçların altının daha geniş ve iyi sürülmesi sağlanacak ve çapalanacak (bellemek derler bizimkiler) daha az alan kalmış olacaktır. Zaman da ekipmanlar da değişir hâliyle. Fakat bu kültüvatorlar, oldum olası bizim Barak Ovası'ndaki ziraatın bel kemiği hâcatlarından (ekipman) biri olagelmiştir. Bağ, bostan ve fıstık bahçeleri zaten kültüvatorla sürülür, ama sadece buralar değil. Yakıttan tasarruf etmek için, eğer o sene yağış ve toprak imkân veriyorsa, tahıl için bile kültüvator çifti olur. Zira kültüvator bir seferde, disk, üçlü, dörtlü ve beşli gibi daha ufak pulluklara göre, daha fazla alanı sürer. Buna karşılık, diğer daha az bacaklı pulluklara göre daha yüzeyden gider, fazla derine batmaz ve toprağı daha az havalandırıp karıştırır, normal olarak verimi de etkiler bu sürüm biçimi. Yine tahıl tohumları bider olarak toprağa ekilmeden önce, her halükârda toprağı gevşetip düzleştirmek için, tarla, kültüvator ve onun arkasına bağlanacak bir tapan (düz, uzun ve ağır demir parçası) ile bir kez daha sürülüp 'tesviye' edilir. Kısacası son derece kullanışlı ve gerekli bir alettir kültüvator.

Lakin bu kültüvatorun derdi de bitmez. Hele ki bizimki gibi, kıraç toprağın bol olduğu bir bölgede. Hassas bir alettir esasında. Her bacağa iki büyük demir yay yardımıyla esneklik sağlanmıştır. Fakat bacaklar zorlandığı zaman yaylar yerinden çıkabilir, kırılabilir de. Bacakların ucunda toprağa saplanan, arada keskinleştirilmesi veya değiştirilmesi de gereken, kalın demirden sürüm bıçakları vardır. Çift (çüt) sürülürken büyük taşlar gibi sert cisimler bu bıçakları veya cıvatalarını sökebilir veya kırabilir. Sürüm sırasında, traktörle ani ve sert hareketler olursa, traktörün pulluğu tutan kolları veya onlara destek olan metal parçalar kırılabilir. Sürülen yer fazla otlu ise, otlar sürüm sırasında bacaklarının önüne yığılıp hem traktörü hem de kültüvatoru zorlayabilir ve çifti engelleyebilir. 'Kanatlı' ile çok maceralı 'çüt' deneyimlerimiz oldu geçmişte. 'Kanatlı' söylenerek rahatlayan bir insandı. O kültüvatorların yayları, bıçakları, cıvataları, traktöre monte olmasına yarayan 'depekol'u ve daha bilmem ne aksamları ne gün yüzü görmemiş 'sözler' işitmiştir ondan. Haksız da değildi hani, demir bir ekipman da bu kadar sıkıntı çıkarır mı arkadaş!

Her şeye rağmen, kültüvator Barak Ovası'ndaki çiftçiliğin esas belirleyicisi gibidir. Bakımı, 'çüt'e hazırlanması, ayarının yapılması, toprağa batırılma düzeyi hep önemli konulardır. Şahsen, Barak Ovası'nda bir çiftçinin maharetinin, kültüvator ile yetişkin ve sık antepfıstığı ağaçlarını kendine, traktöre ve ağaçlara zarar vermeden iyi şekilde sürebilmesiyle ölçülmesi gerektiği kanaatindeyim. Gerisi lafı güzaf. Günümüz koşullarında Barak'ta, iyi bir ziraatçı, ağaçlara ve dallarına zarar vermeden, hızlı ve etkin bir şekilde fıstık bahçelerini süren adamdır arkadaş, o kadar!

Hâlihazırda kullanılan kültüvatorumuz...
(Fotoğraf: İlker TİRYAKİ)
'Kanatlı' da çok önem verirdi 'çüt'e. Tuncer Ağabeyimi onun yanında kıymetli yapan şeylerin başında, şoförlük meziyeti iyi olan 'edem'in (abi) antepfıstığı bahçelerini kültüvator ile gayet başarılı şekilde sürebilmesi gelirdi. 'Kanatlı', beygir sabanı ile çift sürmüş eski kuşaktan, emek yoğun yöntemlerin ziraatçısıydı. Yeni yöntem ve aletler hususunda çok meraklıydı, ama bu ekipmanlara uyumda ve bunları kullanabilmeye ayak uydurma konusunda bazen zorlanabiliyordu.

Vefatından bir müddet sonra rüyama girdi 'Kanatlı'. Bir an, dedi ki; "Alper (torunu), acı (söze başlarken bir hitap ifadesidir Barak'ta) 'Hönnüsü'nün depesini iki demir daha sürsün!". Hönnüsü, dedemden kalan ancak 'Kanatlı'yı çok uğraştırmış, bir kısım toprağı 'boz yer' (beyaz toprak) olan ve bazı ağaçları fazla gelişmeyen bir fıstık bahçesinin ailemiz içindeki adıdır. Hönnüsü aslında sert kabuklu bir üzüm adıdır Barak'ta, ama o fıstık bahçesinde eskiden hönnüsü üzüm tiyekleri (bağları) olduğundan fıstıklığın adı öyle kaldı. Demir ise yerel deyimle sürme adedine işaret eder. Antepfıstığı bahçeleri yılda ortalama 7-8 kez sürülür. Her sürme aynı yönde olmaz; bir sefer tarla boyuna sürüldüyse, ikincisinde enine, hatta bazen çaprazlamasına (gırdımına) da sürülür. Bu her bir çift bir demir sürme şeklinde nitelenir. İki demir sürme, genelde bir enlemesine bir de boylamasına anlamına gelmektedir. Sabahına Ağabeyimi aradım ve 'Kanatlı' böyle diyor dedim. "Dün" dedi 'edey' (abi) yutkunarak ve sonra ilave etti sesi titreyerek: "Hönnüsü'yü bir demir sürdüm, sonra tarlanın tepesine doğru şöyle bir baktım, iyi oldu diye içimden geçirmiştim, o malum oldu demek ki!" dedi.

Ya İlker kardeş, işte böyle, 'Kanatlı' sanki hâlâ izliyor bizi...

12 Kasım 2015

Hılle

1970'li yıllar, yine bizim o eski kerpiç evin önü,
Anam diyor ki: "Ben döşek dikiydim.
O (Essüm (Esma) Ninem) geldi ve dedi ki:
"Ben de şuraya oturiym da fasulye ayıkliym!"."
Essüm (Esma) ninemin bakırdan bir 'hılle'si (leğen (teşt) biçiminde kocaman bir kazan, 'Halle' de denir) vardı. Hâlâ da kullanılır bu. Hâyır olsun diye umumun kullanımına vakfetmişti rahmetli. Komşu köylerden bile gelip götürürlerdi bu hılleyi. Çocukluğumda, buğday hasadından sonra, önce bulgur için 'hedik' kaynatılırdı hılleyle, sonra domates salçası için ezilen domatesler ve güz başında da üzüm şırası ('şire' der bizimkiler). Önce domates salçası hazır olarak alınmaya başlandı. Sonra bulgur da toptancılardan satın alınır oldu. Kaldı geriye pekmez başta olmak üzere, şıra yapımı. Şimdilerde büyük oranda şıra kaynatmak için kullanılır bu hılle.

Şıra işi ince, zahmetli ama neticesi kıymetli bir uğraştır. Anam, genelde en sona bırakır mevcut işler arasında şıra yapmayı. Her türlü yaban ve hasat işi bittikten sonra, salim kafayla girmek ister şıra işine. Bu nedenle, Eylül ayına kalır bizde şıra yapımı. Gerçi günümüzde pek kurutmak için yetiştirilmiyor, ama esasında kurutmalık üzümler yaz ortası kesilir. Daha sonra şıra yapmak ve güz boyu hane tüketimi için bir miktar üzüm 'tiyek'lerde (üzüm bağları) bırakılır. İşte bu kalan üzümler, öncelikle kesilip eve getirilir sepetlerle şıra yapmak için. Sonra bu üzümler 'curun'a (dikdörtgen şeklinde ve yerden hafif yüksekçe çok küçük havuz) atılır. Curunlar genelde hafif eğimli olur, amaç, içine konulan üzüm gibi şeylerin suyunun kendi hâlinde bile tabandan havuzun dışına döküleceği boruya doğru gidebilmesidir. Fakat bu üzüm suyu çıkarma işi ince bir iştir. Öyle harala gürele üzümleri curunun içinde tepelemeye başlarsanız, bir süre sonra, üzüm suları, çeltikler, ezilmemiş üzüm taneleri hepsi birbirine girer, vıcık vıcık bir görüntü oluşur. Üzümler kısmen ziyan olabilir de. Bunun için, curunun yüksek olan uç tarafından, ayaklar birbirinden ayrılmadan bitişik şekilde, yavaş ama seri minik adımlarla üzümlerin tepelenmesi gerekir. Yan yana adımlarla curunun kısa olan enine doğru hareket edilir. Önce bir ayak boyu mesafe enlemesine tepelenir, sonra hemen bir ayak boyu daha ilerisi enlemesine olarak, sıralı şekilde düzen bozulmadan tepelenir. Böylece, üzümlerin dengeli bir şekilde, ortalık vıcık vıcık olmadan ezilmesi ve üzümlerin zayi olmaması sağlanır. En son, curunun içindeki tüm üzümlerin tepelenip ezilmesi akabinde, kalan sulu üzüm posalarının patates veya soğan çuvalı gibi iri gözenekli bir çuvalın içine konularak, kısım kısım son kez sıktırılıp curunun dışına atılması sağlanır.

Solmaz yenge o hılle ile pekmez kaynatıyor.
'Şire'nin 'kef'ini (köpüğünü) alırken...
(Fotoğraf: Yılmaz TİRYAKİ)
Üzümler tepelenmeden önce üzerine beyaz toprak atılır. Bu nedenle, curunun aşağı eğimli tarafındaki borusundan akan üzüm suyu bulanık olur. Ancak bu önemli değildir, şıra yapımı için gerekli olan bu toprak hıllede kaynarken dibe çöker. Misal, pekmez güneşte olgunlaşmaya bırakılmak üzere, ilk 'aşım'dan (kaynatımdan) sonra daha küçük kaplara alınırken, dipteki bu toprak, üzüm çekirdekleri gibi diğer kalıntılarla beraber süzülmüş olur. Ortaya kahverengi, ayna gibi üzüm şırası çıkar. Eğer gün pekmezi yapılacaksa, bu şıra damlarda daha küçük kaplara konularak güneşin altında bırakılır. Böylece güneşin sıcağında olgunlaşan şıra, giderek katılaşarak kendi hâlinde pekmeze dönüşür. Arada karıştırılıp çok sayıdaki kaplar arası aktarım da yapılır tabiî. Eğer, gün pekmezi değil de, şıra kaynatılmaya devam edilerek, koyulaştırılıp pekmez yapılacaksa, toprağı süzülen şıra tekrar hılleye atılır. Eğer pekmez dışında, bastık, dilme ve sucuk gibi pestil türleri yapılacaksa, kaynayan şıraya, bir kenarda likit hâle getirilen nişasta ('nişe' denir) atılır. Aman dikkat! Nişastayı doğrudan kaynayan hılleye atarsanız, şıra mahvolabilir. Nişastaların sıcak şıranın içinde topak topak kalması, pek arzu edilen bir şey değildir. Neticede, şıra yapımı tek bir ailenin kendi başına kolaylıkla yapabileceği işlerden değildir. Genelde imece usulüyle konu komşuyla birlikte yapılır.

Bir de anam, arada hıllede kaynayan şırayı karıştırmak için, bizimkilerin 'sütleğen' dedikleri güzel kokulu ve sarı çiçekli bir ot kullanırdı, hoş bir aroma katsın diye.

11 Kasım 2015

Peryavşan

1990'lı yıllar, yaz günü, bizim evin eşiği, bir torunu ile 
görülen Meryem ninem, hep olduğu gibi, yine iş başında...
'Kanatlı'nın kayın validesi olmakla birlikte, şu dünyada ona karakter bakımından en çok benzettiğim kişilerden biri Meyro ninemdi, rahmetli. Ne çalışkan, ne tutumlu bir kadındı Meryem ninem. Bazen kısa süreli de olsa bizde kalırdı, özellikle yazları. O kısa süre içerisinde koca evde ne kadar sökülecek, biçilecek ve dikilecek şey varsa elden geçirirdi tez zamanda. Âdeta iş için yaratılmıştı. Hiç boş durmaz, otururken bile bir şeylerle ilgilenirdi. Kendine bir uğraş bulmak için sürekli didinirdi sanki. Hiç olmadı, evde atıl duran bez parçalarını ayrıştırır ve akabinde bunları birbirine yamayarak çuval dikerdi. Kaç yıl, antep fıstığı hasadı için onun diktiği çadır ve bendekleri (büyük çuval) kullandık. O yaşına rağmen, tıpkı 'Kanatlı' gibi, hiç azmini ve enerjisini kaybetmezdi. Sakin bir mizacı vardı, benim gördüğüm kadarıyla. Kızdığında bile sesini çok yükseltmez gibi gelirdi bana. Bu koca çınarın yorgun bünyesi, çok sevdiği ortanca oğlunun erken vefatıyla yıkıldı âdeta, zaten ondan sonra da fazla yaşamadı merhume.

Peryavşan, eskiden beri bizim evin doğal bir ilacı olmuştur. Antep fıstığı ağacının sakızı, sarıyağ, zeytinyağı ve peryavşan en önemli doğal "tıbbi" malzemelerimizdi hatırladığım kadarıyla köyde. Birisinde kırgınlık mı var, hafif bir rahatsızlık mı beliriyor; hemen bu "doğal ilaçlar" gündeme gelirdi. Bilhassa mide ve hazmetmek ile alakalı meselelerde, her daim başvurulan "doğal ilaç" peryavşandı. Esasında bu peryavşan "tıbbı"nın piri Meyro ninemdi. Peryavşan, özellikle Barakeli'nin tarım yapılmayan mera kabilinden arazilerinde bolca bulunan grimsi yeşillikteki bodur bir ottur. Genelde kurutulup ufalanır ve o şekilde yutulur. Aslında hoş bir kokusu olmasına rağmen tadı çok acıdır. Öyle sıcak suya katılacak veya çiğnenecek bir bitki değildir. Fakat Meryem ninem peryavşanın hapını imal etmişti. Yalnız bu hapa biz "peryavşan hapı" diyorduk ama ninem başka otlar da kullanıyordu bu hapı yapmak için. Bunları kaynatır, güneşte kurutur ve en son, yutulacak şekilde elle küçük yuvarlak taneler hâline getirirdi. Ninem çok faydasını gördüğünü söylerdi ve çevremde çok kişi kullandı bu hapları. Ben de test ettim açıkçası. Şimdilerde Zeliha (Zılhâ) teyzem yapar bu "peryavşan hapı"ndan, sağ olsun, arada ben de nasipleniyorum bu mamullerden.
Kurutulmuş Peryavşan
"Peryavşan Hapı"

10 Kasım 2015

"Fırgelding iğde!"

Merhume Ganime Tiryaki'den, 2004 Kasım'ında, geçmiş zamana dair çok sevindiği bir rüya bahsi ile babası 'Hüfney Mâhemmet'in (Hanifi Ağa oğlu Mehmet Tiryaki) gerçekleşmeyen bir ev projesi ve meşhur bahçesinin anlatımı; "Fırgelding (her taraf) iğde!"...
1950'li yılların Seydimen'i,
Süleyman Tiryaki'nin
kızları...
(Fotoğraf: Fevzi Tiryaki)
1950'li yılların Seydimen'i,
en sağdaki rahmetli
Ganime Tiryaki...
(Fotoğraf: Fevzi Tiryaki)

09 Kasım 2015

Şirincelik

1990 yazının sonu, Tuncer Ağabeyimin düğün günü, bizim evin
önü, fotoğrafı çeken kuvvetle muhtemel rahmetli Abdurrahman
Dayım, güzel bir an yakalamış, bazı gözler damda, kimler yok
ki bu fotoğrafta; solda, eli belinde ve yüzünün yarısı gözüken
merhum Müho Emmi (Muhittin Tiryakioğlu) misal...
Bana göre, hem vesile olduğu olay hem de nitelediği durum itibarıyla, Barak'ın en tatlı, hoş ve ince âdetlerinden biridir; 'şirincelik'. Kız istendikten sonra, her yerde olduğu gibi, Barak'ta da, "Bunun adını koyalım!" beklentisi gündeme gelir. Şimdilerde olay daha çok nişanı andırıyor ama eskiden 'söz kesmek' diye bir tabir kullanılırdı nişan öncesinde ekseriyetle. Erkek tarafı, 'kızı alma'nın mutluluğu ve bonkörlüğü kabilinden, kendi ve kız tarafının yakın çevresine tatlı yedirir bu 'söz kesme' merasimi sırasında. İşte tatlı ve meyvelerin ikram edildiği bu kısa törene 'şirincelik' denir Barakeli'nde. Siz tatlı dediğime bakmayın, bizim oralarda tatlı baklava demektir. Gayrısı ne tatlıdan sayılır ne de yüzüne bakılır bu tür günlerde genelde. Tepsi tepsi baklava sipariş edilir Gaziantep'ten 'şirincelik' için. Baklavanın kalitesi de önemlidir, iyi bir marka baklava olmalıdır. Öyle ucuz yollu baklava 'âyipcelik' (ayıp) sayılır. Çocukken, gayet anlaşılır olduğu üzere, en sevdiğimiz olaylardan biriydi bu 'şirincelik' merasimi. Allahım, ne günlerdi, 1980'lerdi yine, hiç unutmam! İsmet Amcamın büyük oğlu Caner abinin bir 'şirincelik'i olmuştu mesela, 'Urumevlek' köyüne gitmiştik bir otobüse doluşup, akranlarımızla hayatımızda hiç o kadar baklava yememiştik sanırım o güne kadar.

Barakeli'nde köy düğünlerinin ilk nişanesi, erkek tarafının evinin damına, türküler ve zılgıtlar eşliğinde gerçekleştirilen küçük bir bayrak asma 'seremoni'sidir. Her ne kadar bu bayrak ve direği, müstakbel düğünün habercisi ve mekânının işareti gibidir, ama bu merasim köyün düğün havasına bürünmesine de neden olur. Artık daha az yapılır oldu bu tür ananeler, fakat belki bu 'bayrak töreni'nin bir amacı da ahaliyi 'imece'ye çağırmaktı bir yönüyle. Herkes hazırlığını görürdü. Zira üç günlük düğün, yükün neredeyse tamamı düğün sahibine ait olmakla birlikte, yalnızca bir evin kendi olanaklarıyla altından kalkılacak bir durum değildi. 'Bayrak dikme' töreni daha önce yapılmakla birlikte (bazen düğünün başladığı günde de bayrak dikilirdi), düğünler, sıklıkla Cuma günü öğleden sonra başlardı. O Cuma akşamı ve gecesi, Cumartesi günü ve gecesi ile Pazar öğleye kadar davul ve zurna hiç susmaz, yemekler yenir, içilir, oyunlar, türküler ve halaylar kesilmezdi. Pazar öğleye doğru gelin almaya gidilir ve gelin eve geldikten sonra da büyük bir nihai yemek verilir ve 'şabaş'a (bir nevi takı merasimi) geçilirdi. Yemekten sonra herkesin topluca bulunduğu bir yerde, davul ve zurnayı çalan aşiretin abdallarının en kıdemlisi, kimin ne verdiğini veya hangi takıyı getirdiğini, "şabaş, şabaş, şabaş!" diyerek ve bazen de hoplayıp zıplayarak herkesin duyacağı bir sesle ilan ederdi.

Düğünün son günü gelin eve girerken, Barakeli'nin bir diğer tatlı âdeti daha yaşanırdı. Gelinin ve hazırdakilerin üzerine, eve girerken damdan şeker atılırdı. İşte bu fotoğraf da, o tatlı curcuna anlarından bir tanesini yakalamış.

08 Kasım 2015

Sulukluk

Fotoğraf: Cahit TANYOL, Baraklarda Örf ve Âdet 
Araştırmaları, Sosyoloji Dergisi, 9. Sayı, 1954, Sf. 91.
Günümüzde yıkanmak yerine genelde 'banyo yapmak' veya 'duş almak' gibi yabancı dil kökenli ifadeler kullanılır. Çocukluğumun başlarında, hayal meyal hatırlıyorum 'sulukluk'ta çimmeyi. Her tarafın kerpiç yapı olduğu bir zamanda, insanlar başka nasıl yıkanabilirdi ki? Bunun için ocaklıklar yine kurtarıcı olmuşlar o kerpiç dünyada. Eski kerpiç evimizin yanında, yine dedem ve ninemden kalma o eski ocaklığın bir köşesinde, ocakların ve bacanın hemen arkasına, tabanı taş ve betondan, duvarları kerpiç, penceresiz, karanlık, küçük bir göz odacık vardı. 'Sulukluk' diye anılırdı burası, o zamanlar 'çimmek' de yıkanmak yerine kullanılırdı tabiî ki. Ocaklıkta yanan ocaklar hem su hem de 'sulukluk'u ısıtırdı.

Bir süre sonra eskiyip yıkıldı o yadigâr ocaklık, yerine yenisi yapıldı. Artık betonarme evlerde banyolar inşa edildiği için, ocaklıkların bir köşesine de 'sulukluk' yapılmıyordu. Medeniyet adına çok güzel bir gelişmeydi bu, çünkü o sulukluklar hem görüntü hem ortam itibarıyla hiç hoş yerler değil diye hatırlıyorum zihnimde kaldığı kadarıyla. Fakat bir zamanlar tıpkı mavi kelimesi yerine 'göv' sözcüğünün kullanıldığı gibi, o öz Türkçe kelimelerin niye kaybolduğunu da pek anlayamadım doğrusu. Belki zor koşulları çağrıştırdığı için zihinler pek anımsamamak veya yok saymak istedi bu sözcükleri. Lakin halis mi halis, iki öz Türkçe kelimedir; 'sulukluk' da 'çimmek' de...

07 Kasım 2015

"Bir pullu yağlıklı, zülüflü alacağım!"

Merhume Ganime Tiryaki'den geçmişe dair bazı hatıralar, Fahriye ve Beşire ninelerin Seydimen'e gelişi, ödenen bir başlık parası ve rahmetli Bahir Emmi'nin bir sözü: "Bir pullu yağlıklı, zülüflü alacam!"...

06 Kasım 2015

Nöker

Merhume Ganime Tiryaki'yi biraz geç tanıdım. 1990'larda 'Kanatlı' ile dünür oldular. Ara ara bize gelirdi. Genelde hep eskilerden cor (söz-laf) açılırdı. O aralar hep dinleyici idim. Fakat çok güngörmüş Ganime Hala'nın anlattıkları ve yaşadıkları ilgimi çekerdi. Gerçi şimdilerde de kolay değil, ama bir zamanlar, ağa kızı da olsa, Barak'ta kadın olmanın ne kadar zor olduğunu çok iyi anlamıştım onun anılarından ve söylediklerinden. Genelde erkeklere, o zamanlar bile, hemen her bakımdan en azından bir şans verilmiş, ama kızların o da olmamış çoğunlukla.

Kasım 2004'te bir bayram ziyareti sırasında anlattıklarını kaydetme fırsatım oldu. Bir ara 'Analık'ının (Üvey Anne) nöker (kuma) geliş hikâyesini anlattı kısaca.

Mevlide Hanım'ın Hâdıra (Kadriye) Hanım üzerine nöker (kuma) gelişi; el âlem: "Biyy fıhâra (fukara-zavallı anlamında), tama (bir hitap şekli) o sening üstüe geliy sening, tovvv tov"... 

Not: Anlatımda bahsi geçen "Çetecilik", Gaziantep'in Fransız işgali sırasında, yerli halkın verdiği direniş mücadelesini ima ediyor.  
Hâdıra (Kadriye) Hanım
(Fotoğraf: Cevdet Tiryaki)
Mevlide Hanım
(Fotoğraf: Servet Tiryaki)

05 Kasım 2015

Bu Toprağın Hikâyesi

Çocukken, evimizin garbısına, çamur ve taştan
Anamın yaptığı 'hâyat'ın (bahçe) içine dikilen
ve benim de özenle suladığım o çam ağacı,
bir teki daha vardı bu çamın, ama o zamanlar
elektrik tellerinin altında diye başka yere taşındı,
sonra kurudu gitti.
Günlük meşgalelere, anlık değerlendirmelere ve dar görüşlü yaklaşımlara çok kulak kabartmamalı, uzun soluklu bakmalı insan, insana da, olaylara da ve bakıp görebileceği her şeye de. Bu toprak her daim ferasetini, derinliğini ve ufkunu yansıtacak sesler buldu. Âşık Veysel ile "Benim Sadık Yarim Kara Toprak" oldu bu diyar, Kazancı Bedih ile "Garip Bir Kuştu Gönlüm"e dönüştü, Mahsuni Şerif ile yürekteki sancılar bile "Sarhoş" oldu çıktı, Neşet Ertaş ile ise "Ah Yalan Dünya" olup yine kaldı geride, hoş bir seda eşliğinde...

Yani, hüzün hep var oldu ama yeis hiç uğramadı buralara, her şeye rağmen, umut hep hayat buldu...

İnternet (Youtube) sağ olsun, bu dört merhum ozanın kendi sesinden bile bu türkülere ulaşmak çok kolay bugün, onlar bu toprağın gerçek sahipleri olarak yarına kalacak nadide eserler bıraktılar, bakmayın görünürde sesi çok çıkanlara, yarına kalanlar ve yarınlar bu büyük ozanlar gibi derinden derine çağladığı hâlde sesi çok çıkmayanların asıl...
İşte o 'hâyat' (avlu) burasıydı, 1990'lı yılların başı, yukarıdaki
çamın fidan hâli, arkada soldaki küçük ağacın yapraklarının
arasından zar zor seçilebiliyor...

04 Kasım 2015

Lopçuluk

1990'lı yılların sonu, 'Kasap Kanatlı'...
Hiçbir emek sarf etmeden, hazıra konan tipler için 'Kanatlı'nın kullandığı tabir buydu; "lopçu!". Sonra devam ederdi: "Yimeye (harcama) 'havas' (heves) etmeyin, yimeden bir şey çıkmaz, sen üstüne koymaya bak üstüne, hazıra dağ mı dayanır!". Emeğe verilen değer, tutumluluk, bilinçli harcama ve kaynakları etkin kullanma konusu, daha iyi nasıl anlatılabilir ki? 'Lopçu' kadar, günümüzün dâhil, her tür 'rantçı' tipini daha iyi hangi kavram izah edebilir?

Çok çalışkandı, çalışmayanı sevmezdi. Hele başkasının emeğiyle, onların sırtından geçinen insanlardan hiç hazzetmezdi. Mirasyedilik veya hazıra konmak yerine, alınteri ile kazanmak, şu hayatta en önem verdiği şeylerin başında gelirdi. Çocukluğum boyunca, onun hüner ve maharetlerine şahitlik edip durdum hep. Esasında, çekirdekten yetme iyi bir çiftçiydi (kendi ifadesiyle ziraatçı) o, tarladan da bağdan da ağaçtan da tahıldan da iyi anlardı, ama hayvancıydı da, çobandı sonra, nacar ve marangoz olurdu bazen, yapıcılığı da vardı, berberimizdi ara sıra, çok zaman kasaptı, en zayıf olduğu alan olmakla birlikte şofördü de, tamirciliği de vardı, elbette türkücüydü de, tabiî ki muhabbet adamıydı da, velhasılı kelam, her şeyden öte tam bir tertip ve düzen adamıydı.

Peki, tüm bu işlerde tam bir usta mıydı? Belki değildi, gerçi böyle bir iddiası da yoktu. O sadece, köy yerde hâlledilmesi gereken tüm bu işleri, büyük bir özgüven ve cesaretle, kimseye muhtaç olmadan kendisi yapmaya girişirdi. Becerirdi de, belki yapılan tüm bu işler dört dörtlük olmazdı, ama umduğu gibi kimseye de "ağız eğmek" (yardım istemek) zorunda kalmazdı ve kalmadı da.

Hiç unutamam, evin önündeki kırıntı, döküntü ve kümes hayvanı pisliği gibi şeyleri bile, bazen, hiç kimseye söylemeden ve yüksünmeden, gidip süpürgeyi küreği alıp büyük bir alçak gönüllülükle temizlediğine sayısız kere tanık oldum.

Ya, 'Kanatlı' işte böyle bir adamdı, dağ gibiydi...

03 Kasım 2015

"Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!"

'Taha Uşağı' ve 'Kanatlı' yine hasbihâle dalmışlar
evin önünde... (Nisan 2014)
'Kanatlı'nın günaydını böyleydi. Hele ki yazları, çocukluğumda, kaç kez arka arkaya bu 'dua' vari sözü duyarak uyandığımı çoğu zaman hatırlamazdım bile. Erken yatardı hep. Güne de çok erken başlardı. Sıklıkla gün ortasında kestirirdi biraz. Alışkanlık olmuştu tüm bunlar onda. Güneşin üzerine doğduğunu pek hatırlamıyorum. Zira bir keresinde; "Üzerine güneş doğan adamın rızkı dar olur!" demişti. Bu sebeple herkesten önce kalkar ve bazen, o erken sabah çayının suyunu kendi koyardı ocağa. Hâlâ ne anladım, ne de becerebildim. Şimdilerde, köyde, büyük oğlu da aynısını yapıyor, erkenden uyanır uyanmaz demli çaya girişiyor. Arkadaş, nasıl içebiliyorlar o saatte boş mideye o demli çayı; bu da bir alışkanlık 'zaar' (herhâlde).  

Yazları iş daha çok olduğundan ve güne daha erken başlandığından, haliyle uyanmak biraz daha güç olurdu. Fakat eğer yapılacak işler varsa, herkesten önce kalkan 'Kanatlı', başımızda bu sözleri sürekli tekrarlayarak, "Di, Yallah di!" derdi. Bizi erkenden uyandırma ritüeli gibiydi bu sözler. Esasında kendisi de uyanıp yataktan kalkarken, "Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!" sözlerini tekrarlayarak güne başlardı her daim. Bazen, bizi uyandırmasa dahi, kendi kendine bu 'yakarış'ı andıran sözleri peş peşe söyleyerek işine gücüne baktığına yarı uykulu yarı uyanık şahit olmuşumdur.

İleri kalp rahatsızlığının bir belirtisi de, yere sırtüstü paralel şekilde yatıp rahat uyuyamamaktır. Çarpıntıyla, boğulacakmış gibi bir hisle kalkmaya zorluyormuş kalp insanı bu durumda. Yani, normalde herkese çok kolay gelen o boylu boyunca ve sere serpe yatmanın nasıl da bir nimet olduğunu hatırlamaktır belki bu, bilemiyorum. Son birkaç yılı böyle geçti 'Kanatlı'nın. Hatta vefatından bir gün önceki gecede, sürekli saati sorup durdu. "Niye sabah olmuyor?" dedi ara ara. "Bu zaman niye böyle yavaş ilerliyor?" da dedi birkaç kez. Belki, menzile bir an önce yetişmenin telaşıydı bu, Allah bilir. Belki de, her sabahın, bir umudun ışığı olduğu gerçeğinin gayri ihtiyari bir belirtisidir. Necip Fazıl, "Ne hasta bekler sabahı ... böyle" der bir dizesinde, o zaman daha bir yakından anlamıştım bu şiirin anlamını.

Yaşarken günlerine, üzerine güneş doğmaması düsturuyla başladığı gibi, vefatı da öyle oldu. Güneş daha üzerine doğmadan gitti bu âlemden.

01 Kasım 2015

Culluk

1990'lı yılların sonu, bir bahar günü, Köyün poyraz harman
yeri, Anam cullukları yemlerken, 'Kanatlı' da harman yerini 
 teftiş ediyor ileride...
Hindinin bizim yöredeki namı culluktur. Daha iri ve gösterişli olan erkeğine ise mazman denir. Barakların vazgeçilmez kümes hayvanlarının başında gelir culluk. Sebebi çok açıktır! Bana göre, Barakların en özgün ve lezzetli yemekleri arasında ilk sırayı, buğday daha yeşilken bir nevi ateşte olgunlaştırılmış hâli olan firiğin culluk etiyle buluşması alır. Adına firik pilavında hindi kapama diyebileceğimiz bu yemek, özellikle havalar serinledikten sonra, Barakeli'nin en gözde ikramlarından biridir de. Culluk bir hayli yağlı bir kümes hayvanı olduğundan havalar sıcakken pek makbul değildir. Ancak odun ateşinde haşlanan culluğun suyuyla pişirilen firik pilavı ve ona eşlik edecek, yine culluk haşlama suyunun katılacağı kuru fasulye gibi bir 'cıvık' (sulu yemek), bu firik pilavlı hindi kapamayı tamamlar. Böylece, Barak'ın geleneksel et, aş (pilav) ve 'cıvık' (sulu yemek) şeklindeki meşhur yemek üçlemesi de tamamlanmış olur. Gerçi bu ayrı bir mevzu, ama Barakeli'nde düğünden cenazeye kadar neredeyse tüm kalabalık davet ve ortamlarda bu üçlünün misafirlere veya gelenlere sunulması bir çeşit ananeye dönüşmüştür. Sanki, o kelle ve döş (burada tabiî ki kuzuyu kastediyoruz) mutlaka pilav üstü olarak ikram edilmeli, yoksa 'ayıp' veya 'tuhaf' bile karşılanabilir, hafazanallah!
Culluk - Hindi Eti
Bir Barak Ovası Klasiği

Culluk ve Firik Pilavı
Barak'ın Bir Alametifarikası...
Neyse biz culluk konusuna geri dönersek bu lezzetli ve revaçta hayvanın yörede gördüğü yoğun talep yüzünden, culluk yetiştiriciliği, bilhassa herkesin kendi hane ihtiyacı için, önemli bir uğraş hâline de gelmiştir Barakeli'nde. Çoğu işte olduğu gibi, bu görev de, evin âyeline (hanım) kalır bu arada. Geçmişte gördüklerim, culluğun da, tıpkı antep fıstığı ağacı yetiştirmek gibi meşakkatli bir iş olduğu yönündedir. Bir kere, karşılaştığım en narin canlılardan biri hindi cücüğüdür (yavru). Hiç öyle diğer kümes hayvanlarına benzemez, birkaç aylık olana kadar, eğer kısmetliyseniz, hindi civcivlerinin en fazla yarısının canlı kalması büyük başarıdır. Hindi yavruları, kendi başına yetene kadar geçecek o birkaç aylık zaman zarfında, çok yakın bir ilgi ve bakıma ihtiyaç duyarlar. Ama çok aile de katlanır bu külfete, culluğun o leziz hatrına tabiî ki!

'Kanatlı' da çok mühimserdi culluk yetiştirmeyi; "Culluk eyi olur!" derdi hep.
Nisan ayında böyle yemyeşil olan buğdayların ateşle
olgunlaştırılanına 'firik', güneşin sararttıklarına
'unluk' derler Barak'ta...
Unluk Buğday
Firik

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...