30 Ekim 2015

Kesmik

Gövher yengem, çardakta ocağa  'et vurmuş' (et haşlamak)...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)
Ocaklık hep önemliydi. Hâlâ da öyledir köy hayatında. Ocaklığı olmayan veya etkin işlemeyen bir köy evi çok eksiktir. Çünkü koca bir köy evinin ihtiyacı, hem maliyet hem de kapasitesi bakımından tüp gaz ocağıyla giderilemeyecek kadar büyük olur. Ekmek yapılmasından yemek pişirilmesine ve hatta su ısıtılmasına kadar pek çok iş için, yer biraz eşilerek, taş ve çamurla yapılan bu ateş ocaklarına gereksinim vardır. Bu ocaklar genelde ocaklık denen kerpiç yapıların içinde olurdu eskiden. Fakat özellikle havanın daha iyi olduğu zamanlar için, bu ocaklıkların yan taraflarına da muhtelif ocaklar yapılır. Genellikle buraların üzerine ve yanlarına gölgelik inşa edilir ve böylece çardak denilen açık ocaklıklar da kullanılır.

Tek göz bir yapı olan ocaklıkların, girişinde ocakların olduğu küçük kısım dışında, daha genişçe bölümü kesmik için ayrılır. Zaten ocaklık demek yakacak demek biraz. İşte kesmik bu yakacakların genel adıdır. Arpa ve buğday gibi tahıl sapları da olur, ince zeytin, üzüm ve antepfıstığı dalları da, fıstık çeltiği ve boş habbeleri de ve hatta gerek duyulursa kerme (katılaşmış hayvan gübresi) bile kesmik olabilir.

Eskiden en makbul kesmik buğday sapıydı. Arpaya göre daha kalın ve diri bir sapı vardır buğdayın. Bu nedenle ocakların tutuşturulması ve yanması için hem daha kullanışlı hem de daha dayanaklıdır. O yüzden, hasat mevsiminden sonra özellikle Haziran ayında, gelecek sonbahar, kış ve ilkbahar aylarında ocakları yakmak için, nerede iyi buğday sapı varsa, itinayla toplanır ve ocaklığa taşınırdı. Bunun için genelde, öncelikle saplar yabanda tırmık denen büyük demir çubuklu bir ekipman tarafından traktör yardımıyla bir araya toplanırdı. Bazen, yine traktör yardımıyla, tapan (ağır ve düz bir demir ekipman) denilen bir alet ile tırmıklamadan önce, biçerdöverin kesmeden yerde bıraktığı buğday sapları kırılırdı, tırmık daha çok sap toplasın diye.

Buğday saplarını taşımak için traktör teknesine (römork) kalın ve ince kavak sırıklarından şebeke (payanda) yapılırdı. 'Kanatlı' bu şebeke işinin de ustasıydı bizde. Ey Allahım, ne telaşlı ve curcunalı olurdu o şebeke yapma süreci, çoğu işimizde olduğu gibi. Bu şebekeler bazen mercimek şahrası (saplı hasadı taşıma) için de kullanılırdı tabiî.

Sap dediğiniz yükte hafif ama çok yer kaplayan bir nesnedir. Traktör teknesi normal şartlarda fazla almaz. Her ne kadar teknenin üzerine birisi, genelde çalışabilecek durumdaki en küçük aile fertleri olurdu bunlar, çıkar ve daha çok sap yüklenmesi için römorka atılan her kucağı tepelerdi ama yeterli değildi sadece bu tepeleme. İşte tekneye monte edilen ahşap şebeke, römorkun kapasitesini bir hayli artırırdı. Saplar boşaltılırken, ocaklığın kesmik saklanan yerine atıldıkça, üzerine çıkıp tepelenirdi de, böylece daha fazla buğday sapının stoklanması sağlanırdı. Buğday sapı arpaya göre daha az tozlu ve yakıcı olurdu sıcakta, bu açıdan da daha iyi bir kesmik türüydü.

Anam ile Ganime ablam, ocaklıkta 'sallama' (kahvaltılık
kalın yufka ekmek) yaparken...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)
Şimdilerde Barak Ovası büyük oranda antepfıstığı ağacı oldu. Eskisi gibi tahıl ne para ediyor ne de rağbet görüyor artık. Denilen, masrafını bile çıkarmıyormuş tahıl ürünleri. Dolayısıyla arpa-buğday sapına dayalı kesmik türü pek kalmadı köyde. Hemen herkes, daha çok fıstıkların ve ayrıca üzüm bağlarının budanmasıyla elde edilen odun ve ortutları (ince dal) kullanır oldu ocaklıklarında. Yine fıstık çeltikleri, kabukları ve boş taneleri de önemli birer kesmik çeşidi günümüzde.

Bu arada bizim ocaklığı her daim ayakta tutanları da anmadan olmaz sanırım. Yıllar yılı hep iki emektar oldu bizim ocaklarda, biri Anam, diğeri de Gövher yengem, ama bacılarımı da zikretmeden olmaz elbette.

28 Ekim 2015

Döşek

1970'li yılların ortası, Anam, Mahmut Ağabeyim ile birlikte,
yün döşeklerini elden geçiriyor yine... 
Eskiden hazır yatak mı vardı! Yün döşekler olurdu, gerçi hâlâ kullanılır, Anam İstanbul'a, bize de gönderdi, halis yün ve kumaştan özenle hazırladığı bir döşeği mesela, sağ olsun. Döşeksiz olmazmış, öyle diyor. Bir kenarda durur, ihtiyaç olursa kullanılırmış.

Tıpkı kerpiç evler gibi döşek de sürekli bakım isteyen bir şey. Periyodik olarak döşeğin dış yüzeyini oluşturan yumuşak ve renkli desenli kumaş ile onun altındaki sert beyaz astar sökülür. Döşeğin içindeki yünün yıkanıp, kurutulup, çırpılıp ve tekrar o sert beyaz astarın içinde itinalı bir şekilde doldurulup dikilmesi gerekir. Yoksa döşeğin içindeki yün, hem yumuşaklığını kaybedip, topaklaşıp sertleşebilir, hem de nem vesaire dışsal faktörler yüzünden kokabilir. Kısacası, yer yataklarının en önemli unsuru olan döşek sahibi olmak bir hayli zahmetli bir iştir aslında.

İşte bu eski fotoğrafta da, Anam döşeklerini yine elden geçirmiş, artık o sert beyaz astarların dikilmesi kalmış yalnızca. Bu fotoğraf da bir dolu ince detay barındırıyor yine. Hemen yanlarında pencerenin ucu ve bir kısım duvarı gözüken yapı o 'uğurlu kerpiç evimiz'. 'Eski ev'in hemen batısına anam küçük bir pin (kümes) yapmış tavukları için, belli. Zaten resimde hemen arkalarındaki mazman (erkek hindi) da adeta göz ucuyla fotoğrafı çekeni süzmüş poz verir gibi. Fotoğrafın sol tarafında, küplüğümüzün gölgesi döşeklerden birinin üstüne düşmüş neredeyse.

Arkadaki o tekten kerpiç bina, içinde yakacak kesmik ve sair malzemeler ile su ısıtıp ekmek ve yemek yapmaya yarayan ocakları barındıran Solmaz yengenin ocaklığı. Ocaklığın damında küçük bir kubbeyi andıran baca hemen dikkati çekiyor. Giriş kapısının yanlarında direklere asılı duran elek ve saratlar ise hazır kıta kullanılmayı bekliyor sanki. Muhtemelen su stoklamak için kullanılan demir bir varil de yan yatırılmış bu ocaklığın hemen yanında.

Arkada bir kısmı gözüken kerpiç yapılar ise, Agâh emmilerin ahır ve kümesleri. Fotoğrafın en arkasında 'Kürep Dağı'nın silüeti de belirmiş. Yalnız ortalıkta hiç ağaç yok, ne antepfıstığı, ne de başka bir şey o zamanlar. Barak Ovası, çorak ve hafif engebeli bir düzlük olarak yansımış fotoğrafa. Şimdi buralar hep ağaç oldu, ama..!

26 Ekim 2015

Kulüp

Seydimen'de, Mahmut Ağa'nın tek katlı eski kerpiç evinin biraz güneyine, sonradan yaptırdığı kerpiçten iki katlı 'yukarı ev'inin hemen doğusundaki o tek göz kerpiç odaya 'Kulüp' ismini, köyün o zamanki ağa biraderlerin en kıdemlisi T. Ağa koymuştu. Bu tek göz kerpiç yapının ilginç bir hikâyesi vardır.

Mahmut Ağa, 1930'lu yılların ortasında, Esma Hanım ile evlendiğinde müstakil bir evi yoktu daha. Babası H. Ağa'nın, köyün garbısındaki o iki katlı kerpiç konağında bir oda tahsis edilmişti onlara. Birkaç yıl orada kalmışlardı, hatta ilk çocukları Kadir de o tek göz odada doğmuştu. Evlenmelerinden birkaç yıl sonra, köyün poyrazına doğru bir giriş ve üç odadan müteşekkil tek katlı bir kerpiç ev yaptırmıştı Mahmut Ağa. 'Kanatlı'nın deyişiyle o 'uğurlu ev'de uzun yıllar oturdular ailecek ve tüm çocukları o evde doğup büyüdü. Mahmut Ağa, daha sonra yaptırdığı 'yukarı ev'e taşınınca, o tek katlı 'uğurlu' kerpiç ev 'Kanatlı'ya kalacak ve bu sefer onun tüm çocukları o evde büyüyecekti.

Mahmut Ağa'nın çocukları büyüyüp evlenme çağına gelince artık o tek katlı kerpiç ev yeterli gelmemişti. Ayrıca köydeki diğer üç büyük ağabeyi de iki katlı kerpiç evlerde oturuyordu. Sürekli genişleyen ailenin de etkisiyle, Mahmut Ağa da eski evinin biraz ilerisine iki katlı kerpiçten 'yukarı ev'ini yaptırdı. Bundan sonra, Hacı Mahmut'un 'horanta'sının (aile) merkezi, o bu dünyadan göçtüğü 1983 yılına kadar, bu 'yukarı ev' oldu. Artık adı 'eski ev'e dönüşen o tek katlı 'uğurlu' kerpiç eve 'Kanatlı' yerleşti. Bu evin hemen kuzeyinde, biraz daha aşağıda, briketten yapılan tek katlı iki odalı küçük evde de, 'Kanatlı' ile beraber köyde Mahmut Ağa'nın malına bakan diğer oğlu İsmet ailecek oturmaya başlamıştı. O 'eski ev'in biraz doğusunda ise Mahmut Ağa'nın odası (erkek misafir evi) yer alıyordu. Ayrıca, giderek artan yeni ambar ihtiyacı sebebiyle, bu odanın karşısına gelecek şekilde güneyinde, biraz yukarısına, yine briket ve betondan yeni bir garaj yaptırılmıştı. Bugün 'Özgür Konak', bu garajın üzerindedir mesela. Bunun dışında, tüm bu yapıların ortasında da davar için bir ahır ve samanlık vardı. İşte bu ahıra bitişik olacak şekilde, yukarı eve doğru tek göz bir kerpiç oda daha yapıldı bir süre sonra. Zira, özellikle yazları köye mevsimlik olarak gelip çalışacak veya geçici kalacak kişiler için ilave bir mekâna gereksinim duyuluyordu. Bu tek göz yapı da, çok amaçlı olacak şekilde tüm bu işler için yapılmıştı.

1990'lı yılların sonunda, Hacı Mahmut'un muhitinin kuzeydoğudan görüntüsü buydu, 
sonradan betondan yapılan o 'garaj'ın üzerine 'Özgür Konak' kırmızı tuğladan inşa edilmiş.
Fotoğrafın tam ortasındaki yıkılmaya yüz tutmuş kerpiç yapı Hacı Mahmut'un ahırı ve 
samanlığıydı. En arkadaki yüksekçe kerpiç yapı 'yukarı ev'di. 'Garaj'ın biraz ilerisinde, 
sağ tarafındaki ve 'yukarı  ev'in solunda, aradaki yıkık yer de, o 'Kulüp'ün son hâliydi işte.
Şimdi buralar çok değişti. Öndekiler de bizim yeğenler...  
Fakat bu tek göz yapı, ilk inşa edildikten bir süre sonrasına kadar, bilhassa kışları boş dururdu. Bu dönem, 'Kanatlı'nın gençlik ve orta yaşlılık zamanına denk geliyordu. Elektriğin daha köye gelmediği o sıralar, 'muhabbet geceleri' genç ve orta yaşlılar arasında en revaçta eğlence biçimiydi. Koyu sohbetlerin, ince hasbihâllerin döndüğü, nüktelere gülünen bu gecelerde, yemekler yenir, bazen içilir ve muhtelif oyunlar oynanır, ancak genelde saz çalınıp türküler söylenir ve hikâyeleştirilmiş eski 'meseleler' anlatılırdı. İşte bu tek göz yeni kerpiç yapı, kışları tam da bu tür faaliyetler için biçilmiş kaftan gibiydi. Bunu hemen fark eden 'Kanatlı', bu bina yapıldıktan sonraki kış, o odayı temizledi, birkaç kilim, minder ve yastık attı oraya. Bir de soba kurulup içerisi yeterince ısınınca, bu mekân kış geceleri tam bir muhabbet odası olmuştu.

Başlangıçta, Mişov Dayı, Hafız, Sâdın emmi gibi, Barakların eski meselelerini ve türkülerini iyi bilen ve icra eden kıdemliler ile bir araya geliyordu 'Kanatlı' bu mekânda. İlk sıralar tüm muhabbet sadece türkü söylemek ve dinlemek üzerine kuruluydu. Ancak zaman geçtikçe toplantıların hem süresi hem de içeriği genişlemişti. Tabiî bu durum, kısa sürede köydeki yetişkin erkekler arasında duyuldu. Köyün o zamanki gençleri hemen ortamı öğrendi ve akşamları bu kerpiç oda gençlerin ve meraklı orta yaşlıların uğrak yeri olmaya başladı. Böylece, türküler üzerine başlayan bu 'muhabbet geceleri' de giderek daha zenginleşmeye başladı. Herkes evinde imkânına göre yemek hazırlatıyor, burada yenip hasbihâl ediliyor, çaylar ve kahveler içiliyor, oyunlar oynanıyor ve genelde olduğu üzere türküler söyleniyordu. Mekânın namı giderek köyde daha fazla yayıldı ve ciddi biçimde geceleri ahaliyi oraya çekmeye başladı.

Elbette köyün ileri gelen büyükleri de haberdar oldu bu mekândan. Mahmut Ağa, 'Kanatlı'yı severdi, o sebeple gençlerin kendi aralarında böyle bir yer ayarlamasına ses etmedi. Zararsız şekilde eğleniyorlardı neticede. Fakat bu yeni 'cazibe merkezi' köyün büyük ağalarının odalarının cemaatini biraz azaltmıştı. Dolayısıyla bu büyük odalarda muhabbet biraz seyrelmiş, rağbet az da olsa azalmıştı bu yeni mekân yüzünden. Bir gün köyün yaşça en büyüğü T. Ağa, Mahmut Ağa'nın odasına geldi bir akşamüzeri. T. Ağa'nın buraya kadar gelmesi pek alışıldık bir durum değildi. Mahmut Ağa, gelen ağabeyine gayet saygılı bir şekilde "Buyur Edey, otur" dedi. T. Ağa, "Oturmaya oturak da yorum, önce şu 'Kulüp'ü bir görsek eyi olurdu" dedi, sakin bir ses tonuyla ve oldukça istihzalı. Böyle bir tepkiyi hiç beklemeyen Mahmut Ağa, "Vış, vış, vış, o da ne yav, bu da yeni mi çıktı ovv?" dedi meraklı bir şekilde. T. Ağa gayet sakin bir biçimde, "Ne olacak yorum, senin Kemal 'Kulüp' açmış diyler, milleti topliymış başına!" Mahmut Ağa hemen anladı meseleyi ve o her zamanki vurgulu ifadeleriyle, "Tamam ağam tamam, heç gereği yok bize 'Kulüp'ün de temaşanın da, işimiz mi yok?" dedi. "'Kanatlı'" diye çağırdı hemen oğlu Kemal'i, "Çıkar ağam çıkar, oradaki çulu çaputu, sök sobayı da, biz işimize bakak!" şeklinde ilave etti. Bu, 'Kanatlı'nın 'Kulüp'ünün sonu olmuştu. Bir daha orada ne toplanıldı, ne de eskisi gibi hasbihâl oldu. Lakin bu konuşmadan sonra, o kerpiç yapının adı hep 'Kulüp' olarak kaldı. Uzun süre o tek göz kerpiç mekân, Mahmut Ağa'nın kiler ve ambarı olarak da işlev gördü.

Benim çocukluğumda ise, 'Kulüp'ün son mukimlerinden biri merhum Hassün emmi idi. Hassün Efendi, köyün garbı fıstıklarını beklediği yazlarda, Nizip'ten hanımı Essüm ve kızı Özov ile birlikte o tek göz odaya yerleşir, o yazı orada geçirirdi. Uzun yıllar kiler ve ambar olarak kullanılan 'Kulüp', sonradan köydeki çoğu kerpiç yapı gibi, zamanın ve yağmurun gücüne dayanamadı, eskidi. Kerpiç yapılara gerekli ancak zahmetli yıllık bakımları yapılmayınca, bir süre sonra yıkılıp giderler. Bu açıdan 'Kulüp'ün kaderi de çok farklı olmadı köydeki diğer kerpiç evlerden.

23 Ekim 2015

Mercik

İleride, sol taraftaki yükselti 'Hayma'nın kurulduğu tepelik...
Ortadaki antepfıstığı ağaçlarının olduğu yüksekçe yer de
'Ali Derviş Höyüğü'nün şimdiki hâli...
"Garbı benim ağam", bu söz o zamanlar yazları, Seydimen'de, artık antepfıstıklarının olgunlaşmaya yüz tuttuğunun bir işareti gibiydi. İlkbaharda yapraklarıyla birlikte tomurcuklanan fıstık çağlası, havaların ısınmasıyla iyice belirginleşirdi. Yaz mevsimiyle beraber ise önce yeşilimsi ve sarımtırak bir renk alırdı. Akabinde, giderek pembe ve bordo karışımı kendine has bir renge bürünürdü. Yarı olgun sarımtırak hâline 'boz' fıstık, pembemsi olgun durumuna 'beng' antepfıstığı denilirdi. İşte fıstığın boz hâlinden olgun durumuna geçiş dönemi, takriben Temmuz-Ağustos ayları olur bu, fıstıkların tam beklenme zamanıydı. Antepfıstığı, hasadı görece kolay ve bir tarım ürünü olarak bir hayli kıymetlidir. Bu, hem mal sahibi hem de bu ürünü bilen başkaları için geçerlidir. Bu sebeple, özellikle fıstıkların olgunlaşmaya başladığı Temmuz sonundan itibaren, davetsiz misafirler için fıstık ağaçlarının beklenilmesi icap edebilir. Zira olgunlaşan antepfıstığının ağaçtan toplanması daha da kolaylaşır. Ağaç dallarının hafif bir silkelenmesiyle olgun fıstıkların yere veya ağacın altına serilecek bir örtüye hemen dökülmesi mümkündür. Hâsılı kısa bir süre içinde epey bir antepfıstığın ağaçlardan rahatlıkla silkelenmesi söz konusu olabilir.

Garbıdan kast edilen ise hemen köyün batısında yer alan ve fıstık ağaçlarının yoğun olduğu bölgedir. Esasında Seydimen'de o zaman fıstıklar yoğun şekilde, yalnızca köyün garbısında ve şarkında yer alırdı. Köyün hemen şark, garbı ve kıble tarafları H. Ağa'nın U. Hanım'dan olma üç büyük oğlu tarafından tutulmuştu. H. Ağa'nin iki büyük oğlu T. ve Y. Ağalar, köyün hemen şark ve garbı taraflarına ayrı ayrı fıstık, zeytin ve üzüm diktirmiş ve bu bölgeleri kendi uhdelerine almıştı. Hâliyle T. Ağa'nın evi köyün şarkında, Y. Ağa'nınki ise garbı yandaydı. Bu iki ağayı takip eden daha küçük kardeşleri de, ağaların mülklerinin bittiği yerlerden itibaren antepfıstığı ektirmişti. Dolayısıyla köyün şark ve garbı tarafları genişçe bir alan şeklinde fıstıklık olmuştu. İşte "Garbı benim" diyen bekçi adayları da, köyün garbısında bulunan nispeten genişçe bu fıstıklık alanından bahsediyordu.

Köyde mukim ancak atadan babadan miras kalmış mülkü olmayan ve civelek (fakir) denilen Hassûn Efendi, Sâdın Emmi ve Mercik garbı tarafı kimin bekleyeceği konusunda genelde tatlı bir rekabete girişirdi. Lakin yaşça büyük ve bekçilik namı daha meşhur olan Mercik'in bariz bir üstünlüğü vardı bu rekabette. Ancak Mercik o yıl isteksiz olacak veya gönlü pek istemeyecekti ki, garbı tarafın bekçiliği diğer adaylara kalsın. Gerçi Mercik'in köyde olduğu dönemlerde bu pek görülmüş şey de değildi. Ama yine de Hassûn Efendi ve Sâdın Emmi şanslarını bir denerdi. Hatta Mercik'ten sonra da, köyün garbı fıstıklarının beklenmesi konusundaki bu tatlı rekabet daha uzun yıllar, özellikle bu iki kişi arasında yaşanmaya devam etmiştir.

Köyün garbı fıstıklarını bekçilik için cazip kılan, temelde, alan olarak daha küçük olmasıydı. Bir de bu bölgenin coğrafi yapısı bekçilik yapmaya daha elverişliydi. Tüm fıstık alanın ortasında bulunan yüksekçe bir yer, bölgeye tamamıyla hâkim gibiydi. Buraya konuşlanan bekçi, köyün garbı fıstıklarını neredeyse bütününü rahatlıkla gözetleyebilirdi. Ayrıca fıstık bekçiliği, o dönemin her şeyin kol gücüne daha fazla bağlı olduğu koşulları göz önünde bulundurulduğunda, zaten köydeki en talep gören işlerden biriydi. O günlerde, tarım ürünlerinin şimdiki gibi yaygın bir hırsızlık konusu olmaması da işin rahat kısımlarından biriydi. Bekçilik için parasal bir tutar yanında, bekçilik hakkı diye ürün olarak da az bir miktar bekçiye antepfıstığı verilmesi, maddi anlamda bu işi teşvik etmekteydi.

Bekçiye günde iki öğün yemeği, köyden mal sahipleri tarafından sıralı bir şekilde gönderilirdi. Talep etmesi hâlinde, geceleri yalnız kalmasın diye köyden birileri de yanında kalırdı. Bunun için genelde köyün gençlerinden birkaç kişi dönüşümlü olarak bekçiye geceleri refakat ederdi. Mercik'i diğer bekçi adaylarından daha üstün tutan meziyetlerinden birisi de, esasında bu gece bekleme işiydi. Mercik'in öyle gece refakatçısına falan pek ihtiyacı olmazdı yabanda.

Mercik yalnız bir adamdı. Öyle belli başlı bir evi barkı yoktu köyde. Normal zamanlarda da neresi uygunsa orada sabahlardı. Hatta bazen davarın kışlık samanın tutulduğu ve samanlık denen penceresiz ve zifiri karanlık yerlerde bile kaldığı olurdu. Ne çok iri ne de ufak tefekti. Güçlü, dirayetli ve cesur bir adamdı. Çalışmaktan, sürekli dar yerlerde hayvanlarla uğraşmaktan, henüz çok yaşlı olmamasına rağmen neredeyse kamburu çıkmış gibi öne doğru eğilmiş vaziyette yürürdü. Doğru düzgün ev ve su yüzü görmediği için, hiç çıkarmadığı kafasındaki eski kasket iyiden iyiye simsiyah olmuş ve kalınlaşmıştı adeta. Suyun kıt olduğu o yıllarda arada bir cuma günleri, Mahmut Ağa'nın odasının giriş kısmında veya bu odanın tuvaletinde, bulabildiği bir kova suyla vücudunu sabunla yıkayabilirse ne âlâydı. Tam bir yaban adamıydı. Ne işten ne de zorluktan kaçardı. Hayli uyanık bir adamdı da. Bu sebeple bekçilik gibi nispeten rahat bir işte, onunla kimsenin boy ölçüşmesi ve rekabet edebilmesi pek kolay değildi. Böyle olunca köyün mülk sahipleri açısından da fıstık bekçiliği için bulunmaz bir adamdı.

Mercik, bekçilik işine başlar başlamaz, o sözünü ettiğimiz fıstıklığın ortasındaki yüksekçe yere, köyün gençleri ile birlikte, 5-6 metre uzunluğundaki dört uzun kavak direğinin üzerine daha ince direk, sırık, çalı ve zeminine yumuşaklık da veren zeytin çirpisinden (ince dal) kondurduğu ve adına hayma denilen yüksek bir çardak kurardı. Böylece bu hâkim tepenin üzerinden, bekçiliğini yaptığı bölgenin neredeyse tamamını kuş bakışı rahatlıkla gözetleyebilirdi. İçerisine bir yastık ile kilim yerleştirdiği hayması, bilhassa gündüzün sıcak vaktinde ve geceleri iyi bir gözetleme kulesini andırırdı. Hayma, hem bu muhitte bir bekçi olduğunu etrafa ilan eder hem de bekçiye iyi bir kolaylık sağlar ve yabanda daha rahat uyumasına imkân verirdi.

Her ne kadar etrafta aksi ve sert biri gibi bilinse de, Mercik aslında fena bir muhabbet adamı değildi. Sadece onunla ilk seferinde uygun bir iletişim kurmak zordu ve güvenini kazanmak biraz zaman istiyordu. Yoksa belirli bir aşamadan sonra insanı ciddi biçimde saran bir muhabbet tarzı da vardı. Esasında çok güngörmüş, türlü tecrübe sahibi ve deyim yerindeyse feleğin çemberinden birkaç kez geçmiş tuhaf bir adamdı. Yalnızca, onun tabiriyle, 'zararsız' birisi olduğunuza kani olması gerekiyordu. Yine onun ifadeleriyle ve ona göre, 'lüzumsuz' ve 'işe yaramaz' tiplerdenseniz, artık ağzınızla kuş da tutsanız hiç yaranamazdınız ona. Hâliyle buna karar vermesi ve ikna olması da öyle çabuk şekilde olmuyor, biraz vakit alıyordu. Mesele, onun bu anlama dönemini, sabırlı şekilde herhangi bir 'vukuat' işlemeden, yani onu kızdıracak bir terslik yapmadan atlatabilmekti. Gerisi kolaydı. Bir kez size itimat edip kabullendi mi, artık onunla rahatlıkla konuşur ve her tür şekilde muhabbet edebilirdiniz. Gerçi, tüm bunlara rağmen zor adamdı sonuç olarak. Fakat bu zorluğu aşmış epey kişi de vardı köyde. Zira tüm mesele onun bu huyunu bilip biraz sebat göstermekti.

Mercik'in iyi yoldaşlarından (kendisi ile arkadaşlık edenlere böyle nitelerdi) biri 'Kanatlı' idi. Mercik çalışkan adamları severdi. 'Kanatlı' tam zararsız türden bir adamdı. Kısa süre içinde anlaşmış ve iyi bir muhabbet ve çalışma arkadaşı olmuşlardı. Diğer zamanlarda bilhassa 'Kanatlı'nın babası Mahmut Ağa'nın davarlarının bakımını genelde ikisi yapardı. Bekçilik zamanında da 'Kanatlı' Mercik'i yalnız bırakmaz, özellikle sıcak yaz günlerinde yabana götürdüğü soğuk su Mercik'in tam ihtiyacını görürdü. 'Kanatlı', üzerine bez bir çul geçirdiği ve 'cotra' dedikleri plastik bir kapla, neredeyse her gün, kara kuyudan yeni çektiği soğuk sudan Mercik'i mahrum etmezdi. Zira Mahmut Ağa'nın büyük fıstık ağaçları da köyün garbısındaydı. Mahmut Ağa da, arada 'Kanatlı'dan garbıdaki fıstıkları bir de kendisinin kontrol etmesini isterdi. Hâliyle her garbıya gidişte bekçi Mercik'e de uğramadan olmazdı. Zaten kimse uğramasa bile bekçilik konusunda çok hassas olan Mercik, kim olursa olsun, geniş bir alana yayılmış fıstık bahçelerinin içinde o kişiyi bizzat bulurdu. O meşhur bekçilik namı da, daha çok bu özelliğinden kaynaklanırdı. Mercik'in beklediği muhite gidip de ona görünmeden tekrar köye gelene pek rastlanmazdı.
      
Artık Ağustos'un son günleriydi. Fıstıklar iyice olgunlaşmaya başlamıştı. İlk 'beng' hasat zamanı çok uzak değildi. Bu dönemde Mercik, geceleri dahi hiç yabandan gelmez, bekleme işine daha bir ciddiyetle sarılır, dikkatli bir şekilde gece gündüz fıstık ağaçlarının etrafını kolaçan ederdi. O gün Mercik'e yemek götürme sırası G. Ağa'nın evindeydi. Evin büyük oğlu Selim, gündüz öğleye doğru hem sabah hem öğle yerine geçen azığını Mercik'e götürmüştü. Şimdi sıra akşam yemeğindeydi. Havanın iyice karardığı bu sıcak Ağustos akşamında, yabana tek gitmek istememiş, hemen evlerinin yanındaki Rüstem Emmi'nin oğlu Mamet'i çağırmak istemişti. Evlerine gittiğinde Zöhre Ana, Mamet'in odaya, köyde geçici olarak bulunan imam Hayri'ye gittiğini söylemişti. İmam Hayri, İmam Hatip Okulu'nu yeni bitirmiş bir delikanlıydı daha.

O zamanlar köyde cami yoktu. Özellikle Ramazan ayında, memleketin genelinde olduğu gibi Seydimen de uhrevi bir havaya bürünürdü. Gündüzleri genelde oruçlu geçiren köy ahalisi, geceleri de teravih namazını eda etmek için istekli olurdu. Bunun için köyün ileri gelenleri Ramazan ayına özel olarak bir imam tutar ve teravih namazını köyün en büyük odası olan T. Ağa'nın odasında birlikte kılardı. O sene yazın başına denk gelen Ramazan ayı için de Nizip'ten Hayri isimli bu genç çağrılmıştı. Hayri'ye bu hizmeti karşılığında cüz'i bir ödeme yapılmıştı. Yaklaşan Kurban Bayramı için de köyün ileri gelenleri Hayri'yi bırakmamış, en azından fıstık hasadına kadar kalmasını istemişlerdi. Hayri de muhitten memnun olacak ki, gitmemiş, köylülere cumaları ve fırsat buldukça diğer vakit namazlarını da kıldırıyordu. Köylü de, gençlerle arkadaşlık edebilecek dini bütün bir hocanın köyde hazır bulunmasından memnundu. Hayri, T. Ağa'nın odasında yatıp kalkar ara ara da köyün diğer ağalarının odalarına giderdi. Çok konuşkan ve girişken bir genç olmayan Hayri, iyi ve saf biriydi. Hatta çoğu zaman köyde birilerinin ufak tefek işlerine bile koşturur, elinden geldiğince yardımcı olurdu. Sevilen ve sayılan biriydi.

Selim, köyün en kıblesinde, T. Ağa'nın odasının önündeki sekide Zöhre Ana'nın dediği üzere, Mamet ve imam Hayri'yi birlikte otururken buldu. Öyle koyu bir muhabbet yoktu ortamda. Selim hemen söze girdi. "Yeriyin, şu topaçlardan yumurtaları Mercik'e götürek" dedi. Buzdolabının daha Köye gelmediği o günlerde, etin saklama biçimlerinden biri topaç yapmaktı. Et, kuşbaşı doğranıp kavurmaya dönüştürülür ve birer yemeklik olacak miktarda yuvarlak şekil verilerek, bir hasır sepetin içine konularak tavana asılırdı, kedi ve fare gibi hayvanlardan da korumak için. Biraz tuzlu olmakla birlikte lezzetli bir kavurma yumağıydı topaç. Yemeklerde kullanıldığı kadar, topaç, sabahları sıcak ekmek arası veya hızlı öğünlerde içine yumurta kırılarak da tüketiliyordu. O gün, G. Ağa'nın evinde Kurban Bayramı için erkenden yoğun bir hazırlık görülmüştü. Bu nedenle o gün evde sıcak yemek yapılmamış, evin hanımı bahardan kalma son topaçları da tavada ısıtıp yumurta kırmaya karar vermişti. Buna karar verdiğinde, Mercik'in yemek sırasının kendilerinde olduğunu bir an unutmuştu. Sonradan fark ettiğinde, Mecik'e de topaç ve yumurta göndermenin daha iyi olacağını düşündü. İşte Selim, anasının eline tutuşturduğu yemek çıkınındaki topaç ve yumurtaları kastediyordu. Selim ilave etti: "Üç topaç ve yedi yumurta var, bize de yeter, hadi iyi bir yaban yemeği yiyelim akşam akşam fıstıkta." O an, yapacak daha iyi bir meşgaleleri olmayan Mamet ve Hayri hiç diretmeden hemen kabul ettiler Selim'in önerisini.
Ocakta topaç (kavurma) pişirilmesi...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)

Gündüzün bunaltıcı Ağustos sıcağının ardından, akşam serinliği Barak Ovası'nı hafiften sarmaya başlamıştı. Birkaç gündür durgun geçen gecelerden sonra, akşamın bu erken saatinde tatlı tatlı esen garbı yeli, en azından bu gecenin daha serin olacağını müjdeliyor gibiydi. Üç kafadar, Mercik ile birlikte yabanda akşam yemeklerini yemek üzere, yola koyulmuştu.

Mercik'e gündüz giden yemek, kahvaltı ve öğle yemeği arası bir şeydi. Biraz bolca konulurdu ki akşama kadar tok tutsun bekçiyi. İkinci yemek seferi ise hava kararmaya başlayınca olurdu. Tam olarak saati belirlenmemişse de kabaca bu yemek seferlerinin zamanı belli gibiydi. Mercik o saatlerde haymasına gider, getiren kişiyi beklerdi. Yemek götüren kişi duruma göre su da getirirdi. Yabanda sıklıkla iki su kabı kullanan Mercik, bazen gündüz yemeğini getiren kişiye bir su kabını verir, akşama doldurup getirmesini isterdi. Yabanda su, hele ki sıcak havalarda, büyük ihtiyaçtı. Bugün gündüz yemeğini Selim tek başına götürmüştü. Mercik, su kaplarının ikisinde de yeterince su olduğu için, akşama ilave su istememişti. Yalnız, bu yazın günü evdeki soğuk ayrandan bir miktar alan Selim, bunu yemek malzemesinin yanında yabana götürüyordu.

Köyden çok uzun bir mesafede olmadığı için bizim kafadarlar kısa sürede Mercik'in haymasının yanına varmışlardı. Mercik, haymanın altında bağdaş kurmuş vaziyette oturuyordu. Üç kişi gelmelerini pek de hoşnut karşılamamışcasına gözünün ucuyla gelenlere baktı. Durumun farkında olan Selim hemen söze girdi: "Saa arkadaşlık etmeye geldik Mercik emmi" dedi. Sonra da; "Bugün bizde işler karışmış, yemeği saa ben yapacam, topaç getirdim." diye devam etti. Duruma pek anlam veremeyen Mercik: "Yazın günü ne topacı yav" dedi. Topaç esasında havaların serinlemesine yakın yapılan bir hazırlıktı. Yaz sonuna doğru hâlâ G. Ağa'nın evinde topaç kalmasına şaşırmıştı Mercik, ki normal bir durum da değildi aslında. Zaten bu topaçlar da G. Ağa'nın hanesinde kıymetinden şimdiye kadar kalan son kavurmalardı.

Mercik, çoğu akşam olduğu gibi çay demlemek için ocağında ateşini çoktan yakmış, çaydanlığı da üzerine yerleştirmişti bile. Epeydir yabanda yiyecek namına bir şey pişirmediği için tek kabı olan genişçe alüminyum tenceresi haymanın alında bir kenarda bazı eşya ve erzakların yanında duruyordu. Selim'in akşamın bu ilk karanlığında parlak alüminyum tencereyi bulması zor olmadı. Az miktar suyla hafifçe çalkaladığı tencereyi ocağının üzerine koydu. Cebinden çıkardığı çakısıyla getirdiği topaçları küçük parçaları ayrılacak şekilde tencerenin üzerinde, hafif eğilerek ayakta doğramaya başladı. Arada, sessiz şekilde hareketini izleyen diğer üç kişiyi biraz canlandırmak için; "Ee Mercik emmi nasıl gidiy bekçilik?" diye de söze girdi Selim. "Nasıl olacak, gündüz sıcaktan, gece sinekten oyalanıp gidik" şeklinde hemen cevap verdi beriki. "Eyle ya" dedi Mamet, "Köy de çok değişik deel, bu ara hava eyice duruldu." diye devam etti. Sonra da: "Yaban daha serin olmaz mı Mercik emmi, hem yerin de yüksek birez" şeklinde sordu. "Yok, yorum yok, gece bile heç yarpak kımıldamıy ama böön ufak bir esinti var kimi" diye cevap verdi Mercik.

Mercik öyle çok konuşkan bir insan değildi, hele böyle cahil cüheladan saydığı genç kısmıyla pek muhatap dahi olmazdı. Ama o gün, belki de hayatında ilk ve son kez bir yarenlik yapmıştı gençlerle. Yemeklerini yedikten sonra gençlere: "Siz çayınızı için, hele ben şu üst başa gidip bir bakiym, gündüz gurbatlar (konargöçerler) o taraftan geçti, bir zarallık olmasın" deyip bulundukları yerden güney istikamete doğru hareketlendi. Bizim üç kafadar ise taze antepfıstığı odununun közüyle pişmiş çayın keyfine kendilerine öyle kaptırmıştı ki, demlikte çay tükenene kadar çay içmeyi sürdürmüşlerdi. Bir ara Selim: "Hocam, sen hiç Ali Derviş'in depesine çıktın mı?" diye bir soru yöneltti Hayri'ye. İmam Hayri gayet doğal bir şekilde: "Ne var ki orada?" diye soruya soruyla karşılık verdi. Selim: "Bir ermiş mezarı varmış, bu Mamet ile biz geçen gelişimizde iddialaştık, Mamet korkusundan bu karanlıkta gidip şuradaki kazığı (haymanın altındaki erzak yığını gösterdi) mezarın başına çakamadı. Oysamki ben gidip çaktım" dedi. Hayri Mamet'e dönüp: "Öyle mi gerçekten?" diye sordu. Mamet: "He, ben mezardan, hele ki beyle karanlıkta daha çok korkarım eâğam" dedi. Daha hocaya bu konuda herhangi bir teklifte dahi bulunmadan, Hayri Selim'e: "Nerede şu kazık, verin, ben de mezarın başucuna çakayım, sonra da siz gelin bir konuşalım" dedi. Bu hareketiyle niyeti gençlere nasihat vermekti esasında.

Ali Derviş Höyüğü, Seydimen'in garbı fıstıklarının kuzeybatı ucunda, derelik bir yerdeydi. Aslında doğal bir yükselti mi, yoksa bazı civar köylerdeki gibi çok eski zamanlardan kalma yapma bir tepe mi olduğu tam bilinmeyen hafif bir yükselti biçimindeydi. Etrafının çukurluk, hatta eski bir dere yatağını andırması ve civardaki toprağın yanık kül renginde olması, bu muhitin çok eski bir yerleşim yeri olduğuna da işaret sayılabilirdi ama pek kimsenin tam bilgisi yoktu bu konuda. Ancak höyüğün tepesinde bir mezarı hatırlatan taş yığını olduğundan herkes burada Ali Derviş diye bir ermişin mezarının olduğunu söylerdi. Ama bu Ali Derviş'in gerçekte kim olduğu ve ne zaman yaşadığı hususunda da kesin bir bilgi yoktu. Mevcut bilgiler daha çok birbirini pek tutmayan rivayetler şeklindeydi. Fakat o zamanlar kesin olan tek şey höyüğün tepesinde mezarı andıran bir taş yığınının olduğu ve ahalinin buna saygı gösterdiğiydi. İşte Selim'in kastettiği mezar höyüğün tepesindeki bu taş yığınıydı.

Hayri, gençlere kendince mezardan korkacak bir şey olmadığını göstermek için bu işe soyunmuştu. Akşamın artık geceye döndüğü bu vakitte, haymanın altındaki erzak yığınında aldıkları demir kazığı, Hayri, höyüğün tepesindeki taş yığının yanına çakmak üzere, Mercik'in gittiği yönün tersi istikamette Ali Derviş tepesine doğru yola koyuldu. İlk akşamdan kendini gösteren hafif garbı yeli artık biraz daha kendini belli etmiş, fıstık ağaçlarının yapraklarını incede hareketlendirmeye başlamıştı. Hayri yürürken, birkaç cırcır böceğinin ve yumuşak toprağa batıp çıkan Hayri'nin ayakkabılarının sesi dışında başka bir şey yoktu ses kabilinden ortalıkta. Bu sessiz gecede gökyüzünde yıldızların ışıltısı dışında da bir ışık huzmesi yoktu, zira ay kabuğuna çekilmişti sanki bu gece.

Hayri gayet sakin bir şekilde Selim'in tarifine uygun olarak Ali Derviş'e doğru yürüyordu. Çok uzun sürmeden höyüğün tepesine ulaştı. Az önce yürürken temin ettiği düzgün ve sert bir taş ile kazığı höyüğün tepesinde mezar biçimindeki taş yığının güneydoğu ucuna çakmaya başladı. Demir kazık yumuşak toprağa çok fazla uğraştırmadan hemen gömülmeye başladı ki, taş yığının üzerinden Hayri'nin üzerine doğru hafif bir gürültüyle çok büyük olmayan bir taş yuvarlandı. Hiç böyle bir şey beklemeyen Hayri şaşkınlıkla taş yığınına baktı ve zifiri karanlıkta birkaç küçük taşın daha yığının üzerinden aşağı doğru yuvarlandığı güç bela fark etti. Tüm bunlara bir hayli şaşıran Hayri, mezarın diğer tarafından daha yoğun büyük bir karaltının yavaştan yükseldiğini görünce artık iyiden iyiye tedirgin olmuş ve ister istemez korkmaya başlamıştı. En son, bir çeşit uğultulu bir böğürtü şeklinde bu karaltıdan çıkan; "Nee oliyy ulann!" biçimindeki ses Hayri'ye yetmiş ve zavallı genç adeta bir kütük gibi sırt üstü yere düşmüştü. Allah'tan düştüğü yerde taş yoktu da, bir tarafına bir şey olmamıştı. Lakin zavallı Hayri, tüm bu tertip neticesinde bayılıp kalmıştı orada.

Kısa bir süre sonra, Selim ile Mamet'in gülüşmeyle karışık sesleri höyüğün tepesinden bile duyulmaya başlamıştı. Hayri'nin yüzünün alacağı ifadeyi çok merak ediyorlardı. Biraz gecikmelerinin sebebi Hayri'nin bu kadar çabuk höyüğün tepesine gideceğini tahmin etmemeleriydi. Höyüğün tepesine ulaştıklarında, Mercik'in Hayri'nin başında onu aydırmaya çalıştığını gördükleri zaman, deyim yerindeyse dumura uğramışlardı. Mercik gayet kızgın şekilde: "Size uyduk, eyi bok yedik!" diyerek gelenleri karşıladı. "Çabuk gidin de su getirin haymadan" şeklinde öfkeyle devam etti sözüne. Selim, haymadan suyu alıp getirdiğinde, Hayri hafiften kendine gelmeye başlamıştı bile. Ancak önceki hâlinden pek bir eser yoktu, gayet donuk şekilde bakıyordu etrafa. Biraz kendine gelip konuşabilir vaziyet alınca; "Sizden bunu hiç beklemezdim!" dedi sadece.

Her şey, daha gündüz yemeği sırasında Selim tarafından ayarlanmıştı esasında. Mercik'i ikna etmek için az dil dökmemişti bu tezgâh için. Mamet'i bu işe katması zaten hiç zor olmamıştı. Güya fıstıkları kontrol etmek için biraz önce yanlarından ayrılan Mercik, karanlıkta etraflarından dolanıp Ali Derviş Höyüğü'ne çıkmış ve üzerini eski bir çul ile örtüp kuru otlar ile kamufle olmuştu. Köyde, eğlenmek için çok fazla seçeneği olmayan gençler için bu tür tezgâh şakalar bir hayli revaçtaydı o günlerde. Bazen bu şekilde kantarın topuzu bir hayli kaçıyordu ama özellikle Selim ve arkadaşları bu huylarından hiç vazgeçmiyordu. Yalnız bu sefer, hiç ummadıkları bir şey olmuş ve bir daha bu çeşit şakalara tevessül etmeye ne niyetleri ne de hevesleri kalmıştı. Gerçi, ne Mercik, ne imam Hayri ne de bizim iki kafadar hiç kimseye söz etmemişti bu şaka hakkında ama bu olay ve ertesinde olanlar onlar açısında çok şeyi değiştirmişti.

Hayri, höyüğün tepesinde iyice kendine gelip yürüyebilecek duruma gelince, hep beraber tekrar haymanın yanına geldiler, bir müddet daha oturdular sessiz şekilde birlikte orada. Hiç kimse bir şey söylemiyor, ortalıkta matem havasını andırır endişeli bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bir müddet sonra üç arkadaş köyün yolunu tuttu ve köye ulaşınca herkes kendi mekânına dağılıp bir an önce kendini yatağına attı. Sabah, imam Hayri köyün ileri gelenlerine Nizip'ten haber aldığını ve ailesinin kendisini beklediğini söyleyerek, Kurban Bayramı'na kadar kalamayacağını iletti. Bu ani gelişmeye bir anlam veremedi kimse. Yine, pek kimse tamam deyip onaylamadıysa da, o günün akşamına doğru Hayri Nizip'in yolunu tuttu bile.

Bir hafta sonra çok üzücü bir haber köydeki herkesi şaşırtmıştı. Ama özellikle üç kişiyi resmen yıkmıştı. İmam Hayri'nin bir gün uykusundan bir daha uyanamadığı ve vefat ettiği duyulmuştu. Tüm köy sıra sıra Nizip'e, imam Hayri'nin ailesinin evine yas yerine gitmişti. Hiç kimse genç yaştaki bu iyi insanın apansız bir şekilde terki dünya etmesini bir türlü anlamamıştı. Doktorlar; "Muhtemelen gece uykusunda kalbi durmuş, mukadderat" dediler. Hemen herkese de Hayri'nin kaderini kabullenmekten başka bir şey düşmemişti. Yalnız bu haberin en büyük tesiri Mercik'in üzerinde olmuştu. Bu haberden üç gün sonra bir akşamüzeri, Mercik yabandaki tüm eşyasını toplamış köye gelmişti. Köydeki az miktar eşyasını da büyükçe bir çıkına koyan Mercik, o gün hiç kimseye bir şey söylemeden çekip gitti. Mercik'in garipliklerine alışkın olanlar bile çok anlam verememişti bu işe ama bu tuhaf adamın yaptıkları da çok fazla sorgulanmazdı. Her ne kadar, mal sahipleri ile Mercik'in anlaştıkları fıstık bekleme süresi daha dolmamıştı ama zaten fıstık hasat zamanı da yaklaştığı için pek ses eden olmadı. Üstelik Mercik hak ettiği bekçilik ücretini dahi istemeden aniden gitmişti. Mercik, bir daha ne garbı fıstıkları bekledi ne de bu taraflarda gözüktü. Sırra kadem bastı resmen.

15 Ekim 2015

Basket Potası

Nisan 1981'den bir kare... 
Köyde ortaokul yoktu, gerçi şimdi artık ilkokul da yok ya. İlkokulu bitirince, ortaokul için ya birkaç kilometre mesafedeki komşu Çiftlik Köyü'ne gitmek gerekirdi ya da Karkamış, Nizip ve Gaziantep gibi ilçe ve il merkezlerine. Bizim dönemimizde genelde Gaziantep'e gidilirdi ama öyle gidip gelme biçiminde değildi bu, okul süresince geçici ikâmet etmek şeklindeydi. Çocukları ilkokulu bitirince, Çiftlik Köyü'ndeki ortaokulu bir iki yıl denedikten sonra, 'Kanatlı' Gaziantep'te bir ev kiraladı, Saçaklı Mahallesi'nde. Ağabeylerimin 'Kutçulu Şıhov'un evi dedikleri bu teneke barakayı andıran, eski püskü Antepevi'ni birkaç kere gördüğümü hatırlıyorum ama ben hiç kalmadım orada. Ben altı yıl süren ortaokul ve lise dönemimi, yine Saçaklı Mahallesi'nde, Ragıp Oral Geçidi No:15'teki o ikinci evde geçirdim. Daha önceki evden, şehrin merkezine doğru beş altı yüz metre kadar daha aşağıda bir yerdeydi, kendi aramızda 'Mustafa Şenel'in evi dediğimiz bu mekân. Siz ev dediğime bakmayın, belki bizim oturduğumuz zamandan çok önceleri evdi bu yerler ama bizim zamanımızda kesinlikle ev değildi. Ama mecburduk oralara, gelir kıt, aile genişti. Hatta o zamanlar üniversitede olan Tercan ağabeyimden iyi bir miras da kalmıştı bize. Ondan kalan bir alışkanlıkla, 'Kanatlı'nın bıraktığı harçlıkları büyük kalın kitapların arasında saklardık. Hem kısmen derme çatma olan o muhitte hırsızlığa karşı bir önlem, hem de paraları daha kontrollü harcamaya yarıyordu bu yöntem. İhtiyaç oldukça kitapları karıştırır, lazım olan tutarı alırdık. Arada unuttuğumuz veya gözden kaçan paralar olurdu. Daha sonraları hiç ummadan karşımıza çıkan bu paralar ayrı bir keyifti.

Evin, içi ahşap dışı teneke olan dış kapısı eski ve döküntü biçiminde beton bir zemini olan ve ortasında kanalizasyona doğru atık su yolu barındıran bir avluya açılırdı. Avlunun bir kenarında büyükçe bir dut ağacı vardı. Avlunun içinde birbirinden bağımsız girişi olan üç ayrı oda bulunurdu. Kullanılacak durumda değildi bu odalar. İki oda eski beyaz taş işçiliği ile yapılmıştı. 'Kanatlı' bu beyaz taşlara 'eşşek havarası' derdi. Çok makbul taşlardan değildi yani. Zamanla rutubete dayanamayıp ufalanıp giderdi. Zaten bu iki odanın duvarları sürekli incelip duruyor, beyaz taşlardan aşağıya habire ufak parçalar düşerdi. Hatta yer yer duvarlarda yandaki evlerin avlusu görülecek kadar küçük delikler bile açılmıştı. Üçüncü oda avlunun bir köşesine sonradan briketten yapılmıştı. Belki de eski mukimlerin hane nüfusu artınca, yeni bir oda ihtiyacı için yaptığı bir yerdi bu avlunun bir köşesini tutmuş tek göz yapı. Ama bizim zamanımızda avludan girilen bu üç odanın içi döküntü biçiminde ve temizliğe izin vermeyecek kadar eskiydi. Yalnız bu odalardan birinde, 'Kanatlı'nın kışın yakmak için köyden traktörle bizim için getirdiği fıstık, zeytin ve üzüm dallarından odun ve ortutlarımız (ince dal) olurdu.

Seydimen ile Gaziantep'in arası yaklaşık 50 kilometredir, bir traktörün de azami 20-25 kilometre hız yaptığı düşünüldüğünde, kolay bir iş değildi köyden traktörle Gaziantep'e gitmek. Nereden biliyorum, odun taşımak da dâhil, 'Kanatlı' veya Tuncer ağabeyim ile çok gidip geldim bu mesafeyi. Bir keresinde, yine sabahın zifiri karanlığında 'Kanatlı' ile kışın yakmak için Gaziantep'teki eve traktörle odun taşıdığımızı hatırlıyorum. Bir güz günüydü, yol uzun ve soğuk olduğu için Köy ile Gaziantep arasındaki Oğuzeli ilçesinde mola vermiş ve bir kahvehanede çay içip ısınmak zorunda kalmıştık.

Bizim kaldığımız tek göz oda güya ikinci kattı. Dış kapıdan avluya girdikten sonra, hemen soldan yukarıya doğru çıkan taş merdiven, artık zamanın eskitici gücüne dayanamamış ve taşlar parçalanmaya başlamıştı. Yer yer basamaklar ufalıp dağılmıştı. Merdivenin bittiği yerde, aşağıdaki bir odanın damı olarak balkon şeklinde bir boşluk vardı. Bu genişçe boşluğun bir kenarında, tahta bir kapıdan geçip birkaç basamakla inilen bir giriş vardı. Bu giriş bizim kaldığımız yere açılıyordu. Bir giriş ve tek göz odadan oluşan bu ikinci katın üzerini her yağış zamanı su damlatan eski bir çatı örtmekteydi. Az uğraştırmadı o izbe çatı bizi bu arada. Kısacası, öyle bir tek göz evdi ki bu mekân, Gaziantep birinci derece deprem bölgesi olmamasına rağmen, neredeyse tüm hafif şiddetteki depremleri bile hissederdik orada.

Avludan girilen o eski beyaz taştan yapılma iki odanın üzerindeki bu bir göz oda ve iptidai şekilde yapılmış giriş kısmıydı tam olarak kaldığımız yer. Bu giriş aslında mutfaktı ve hemen girişteki bir köşesi de banyo olarak kullanılırdı. Evin tuvaleti aşağıda avlunun içinde, dış kapının yanında bir köşede idi. Nedense bu eski evi ilk yapanlar banyoyu müstakil bir yer olarak değil de, üstteki odanın giriş kısmı olarak planlamışlardı. Çok garip bir mimari anlayıştı doğrusu! Ama altı yıllık orta öğrenim hayatım, bazen tek bazen birkaç kişi olarak o tek odada geçti. İlk başlarda televizyonumuz da yoktu ve ben o çocuk hâlimle yalnızlığı hiç sevmiyordum. Anama çok söyledim, ortaokulun ilk iki yılında; "Ana ben Çiftlik'e gidim mi ortaokula?" diye. Hiç ciddiye almadılar bu önerimi. "Kendim yürüyerek gider, gelirim" dedim o komşu köye kaç kez ama hiç dikkate dahi alınmadı. Benimki de safça bir beklentiydi esasında o çocuk haleti ruhiyesi ile.

Hayatta tek başına kalabilmeyi ve bir başına durabilmeyi, belki de bir alışkanlık olarak yalnızlığı, ben, 'Kanatlı'sız ve 'Gelin Döne'siz geçen Gaziantep'teki o altı yıllık orta eğitim döneminde öğrendim. Pek dışarı çıkmama izin verilmezdi. Uzunca bir süre televizyon da yoktu. Çok düşünecek zamanım oldu orada o çocuk dimağımla, yalnız başıma. Hem de bazen kendimi kötü hissedecek kadar, hayatı, insanı ve daha pek çok şeyi çokça düşündüm durdum.

Kardeşler olarak kaldığımız o tek göz odanın duvarlarına, bir Türkiye fiziki bir de siyasi haritası asmıştı, ağabeylerimden biri. Vatan sevgimin temeli bu haritalardı desem yalan olmaz sanırım. Bu iki haritayı deyim yerindeyse ezberlemiştim. Ayrıca muhtelif haritaları inceleyip atlas karıştırmak da böylelikle alışkanlık olmuştu bende. Bunda kardeşlerle can sıkıntısından uzun kış geceleri oynadığımız isim, şehir, dağ, ırmak ve ova oyunun da etkisi oldu tabiî. Haliyle biz bu oyunu biraz değiştirmiştik. Daha çok coğrafi yer ve şekillerin ağırlıklı olduğu bir oyun hâline getirmiştik. Bunun faydasını da gördüm açıkçası, bir gün orta ikinci sınıfta coğrafya öğretmeni tahtaya kaldırmış ve Türkiye'nin fiziki haritası üzerinden coğrafi yerleri sormuştu. Sorduğu yerleri tek tek göstermem üzerine, adamcağız bir süre sonra ilçelerin yerlerini bile sormaya başlamıştı.

1980'lerin sonuna doğru, TRT televizyondan NBA maçlarını veriyordu. Daha ilkokulun sonunda hiçbir fikrim ve tecrübem olmayan basketbolu büyük bir merakla izlemeye başlamıştım. Larry Bird, Magic Johnson ve sonrasında Michael Jordan'u ilgi ve zevkle izliyordum, köyde fırsat buldukça. Ortaokul için Gaziantep'e gitmek, bu televizyondan basketbol seyirciliğine de mani oldu kısmen. Ama ben, o eski ve bakımsız avluda elime geçen bir teneke parçasına şekil vererek, uyduruk bir basket potası yapıp ufalanıp dökülen o beyaz taş duvarlardan birine monte ettim. O zamanlar çok yaygın olan plastik toplarla bu eski ve pis avluda bir başıma basketbol oynamaya başladım. Bazen tek başıma saatlerce, televizyonda gördüğüm hareketleri taklit ederek basket oynadığım olurdu. Bazen de Mahmut ağabeyim gelir, o daracık avluda minyatür kale futbol maçı yapardık beraber. O yalnız ve uzun günlerde, iki-üç haftada bir turuncu Anadol'un fren sesiyle geldikleri daha kapı çalınmadan anlaşılan anam ve babamın köyden gelişleri dışında, belki de en neşeli zamanlarımız olurdu, bazen avludaki atık su yoluna düşen o havası az plastik toplarla yaşanan bu anlar.
(Boston Celtics-Miami Heats)
Pota altındaki 32 numara
Shaquille O'Neal...
Daha sonra yerinde izleme fırsatım
da oldu NBA maçlarını...
(Boston Celtics-Detroit Pistons)

14 Ekim 2015

Sarıyağ

1970'li yılların başı, Anam süt sağarken...
Çocukken o zamanki kerpiçten, nispeten küçük ve dar ağılımızda, genelde 20-30 baş davarımız olurdu; çoğu koyun, az da keçimiz... Hiçbir şey esasında lalettayin değildi, hepsinin bir önemi ve işlevi vardı. Bir kere, davar başlı başına bir geçim meselesiydi o zamanlar. Babasından 'Kanatlı'ya bir miktar arazi ve antep fıstığı ağacı kalmıştı, fakat dokuz baş 'horanta' (aile) için bu arazilerden gelen tahıl ve ağaçlardan elde edilen fıstık tam olarak yetmiyordu harcamalara. Sonradan tüm o araziyi ağaca dönüştürdü ama daha o vakitler boy boy çocukların türlü türlü ihtiyacı oluyordu, hanenin kendi idamesi haricinde de. İşte davar o dönem, hem günlük et, süt, peynir ve yoğurt tüketimi için hem de zorda kalınca satıp nakit ihtiyacını gidermek için elzem bir ek faaliyet gibiydi. Onun için 'Kanatlı' hayvan beslemeyi çok önemser ve her işin de olduğu gibi üzerlerine titrerdi. Hep dediği üzere, "Burayı biz niye beklik, eğer bu işlerle uğraşmıycaksak?" Her daim işe bakışının özeti bu ifadede gizliydi aslında. Basit ama çok sağlam bir mantık ve gerekçeydi, ne denebilirdi ki buna?

Lâkin bu hayvanların esas bakımı yıllar boyu 'Döne Gelin'e aitti. Hiç unutmuyorum, köyde ilkokula gittiğimiz sabahların öncesinde Anam ile davarın sütünü sağmaya giderdik. Sağımı o yapardı ama birinin de koyunların ürküp kaçmaması için, tıpkı yukarıdaki resimdeki gibi, başını tutması gerekirdi. O iş de, genelde evin yapabilecek durumdaki en küçüğüne kalırdı. Birlikte tek tek isim verdiğimiz o koyun ve keçileri Anam sırasıyla sağardı. Hâlâ belleğimde, çok uzun olanı 'zürafa', biraz uzunca olanı 'üce', sürekli sorun çıkaranı 'sakar', ha bire yem peşinde koşanı 'huysuz', başında az bir şey beyazlık olanı 'ağbaş', yüzünde turuncu renkleri ağır basanı 'sarıbaş' gibi değişik adlarla çağırırdık onları. Haftada bir de davarın yattığı yeri temizlerdik beraber. Zibil veya katılaşmış haline 'kerme' denen bu hayvan gübreleri de ziyan edilmez, fıstık ağaçlarına doğal mineral olurdu.

Davarın çoğunluğu koyun dedik ama keçiler de önemliydi. Zira yaz boyunca süt veren asıl olarak keçilerdi. Keçiler koyunlara göre daha geç yavrular ve daha uzun süre süt verirdi. Yaz mevsimi boyunca gerekli yoğurt ve ondan imal edilen ayran için keçiler bir anlamda zorunluydu. Elbette bazen kuzu eti yerine oğlak eti tercih edildiğinden, keçilere bu yönden de bir rağbet vardı. Yani davarın zahmeti çoktu ama nimeti de bir hayli fazlaydı. Hele bunlardan bir tanesi olan 'Sarıyağ', başlı başına bir fenomendi desem yeridir hani.

Koyunların sütü az ve süt sezonları kısa olur ama bilenler için koyunun sütü bilhassa yağı açısından çok kıymetlidir. Bembeyaz olan o tereyağının hem tazesi hem de ondan mamul edilen ve sadeyağ diye tabir edilen ancak 'Kanatlı' ve 'Döne Gelin'in 'Sarıyağ' dediği o muazzam ve işlenmiş saf yağ çok talep görürdü. Sağılan sütler önce süt makinesinde çekilir, yağlı ve yağsız diye ayrılırdı. Yağsız süt ile çökelek çalınırken yağlı süt önce yoğurt yapılır akabinde bu yoğurt yayıkta işlem görürdü. Yayıkta dövülen bu yağlı yoğurdun bir süre sonra üst kısmında tereyağı belirirdi. Tereyağının altı ise bildiğin ayran olurdu. Çıkarılan tereyağının bir kısmı günlük tüketim için ayrılırken kalan kısım iyice tuzlanıp bir küpte veya uygun bir kapta biriktirilirdi. Birkaç ay biriktirilen bu tuzlu tereyağları daha sonra büyük bir kazanın içine atılır ve içerisinde bir yumak hamur da katılarak kaynatılırdı. Hamur yağın içine bozulmasın diye atılan tuzu iyice çekerek yağın dibine çöker, tereyağının içindeki ayran ve süt buhar olup uçar, geriye tereyağından elde edilen sarımtırak saf bir yağ kalırdı. İşte günümüzde daha çok sadeyağ diye bilinen ama bizimkiler için 'Sarıyağ' olan saf ve değerli o yağ buydu. Onun taşınması, büyük bir kazanda kaynatılıp damıtılması ve sonrasında muhafaza etmek için büyük beyaz 'çinko' kovalara dökülmesi, ne hassas ve ihtimam isteyen bir uğraştı herkes için.

Başta aşlar (pilavlar) olmak üzere, tatlı ve yemeklere ekstra lezzet katan bu 'Sarıyağ', şimdilerde de, meşhur Gaziantep Baklavası'nın asıl unsurlarından birisidir.

12 Ekim 2015

İlk Kameram ve Bir Zamanlar Barak Ovası

İyi kötü ilk fotoğraf makinemi 1990’lı yıllarda üniversitedeyken bir şekilde alabilmiştim. Bu sayfada çok eseri var o makinenin. Ucuz bir şeydi işte, markasını bile hatırlamıyorum şimdi. Fakat ilk kameramı yurt dışına ilk çıktığım 2004 yılında almıştım. Küçük bir Sony el kamerasıydı. O yıl büyük bir hevesle çok kayıt çektim. İşte bu da o yıldan bir bayram kaydı, Kasım ayında çekildi. Köye ayak basar basmaz, eski günlerde olduğu gibi soluğu hemen harman yerinde aldım, tabiî ki kaldığı kadarıyla, her yan briket artık.

‘Kanatlı’ bu, hiç boş durmazdı ki. Hiç yapacak işi yoksa böyle ‘davarı önüne katar’dı(otlatmak). Gerçi ara ara ‘yağlık’ (erkek baş örtüsü) ile çekme (“Yav, yağlıktan mağlıktan neding beyle?”) diyordu gülümseyerek ama ben dinlemedim. Burada kestim ama şöyle diyorum:

-“İyi işte daha güzel, doğal oluyor böyle!”

İyi ki de çekmişim. Sonradan kayıtları incelerken en büyük ağabeyimin onu çok iyi tanımlayan cümlelerinden birini de gayet doğal bir şekilde ve ortamda yakaladığımı fark edince acayip sevinmiştim: “Bu adam da hep böyle, birisi yola gitti mi; hemen gözleri yaşarır!”

Eldeki görüntüleri biraz kesip kırpınca böyle acemice bir kısa film çıktı ortaya. Neticede bir zamanların Barak Ovası’nı en doğal biçimde sunma imkânı oldu en azından işte böyle. Tamamıyla gerçek bir hikâyeye dayanan iki dakika 41 saniyelik hakiki bir film...

Çekim Tarihi: Kasım 2004

Yer: Balaban/Karkamış/Gaziantep

Bu da, diğer bir videomuz işte, yine 'Kanatlı' ve ailesi görüntünün merkezinde, ilk kısım Ekim 2013, ikinci kısım Mayıs 2011 tarihli kayıtlardan oluşuyor. Boş duramazdı bizim 'Kanatlı', hiç olmazsa ufak tefek işlerle uğraşırdı böyle:

-"Döksün de gelsin yav..." diyor büyük torunu için, bir yandan da takdir ediyor onu. Akabinde, en küçük torunlarından biri de, el arabasını iten Dedesine dikkatle bakarak bana soruyor:

-"Dede ye yapıyo?"

04 Ekim 2015

'Büyük' insan olmak mı, yoksa 'iyi' insan mı?

2015 baharı, Barak Ovası'nda çok bereketli oldu. 
Aklından zoru yoksa herkes çocuğunun iyi bir geleceği olmasını ister. Peki, nedir iyi bir gelecek? ‘Büyük' adam veya 'önemli' insan olmak mıdır? Nedir ‘büyük' adamlık o zaman? Çok parası olmak mı, yüksek makam ve mevki sahibi olmak mı, iyi bir nam yapmak, şan ve şöhret sahibi olmak mı, çok dost ve arkadaş edinmek mi, herkesin imreneceği eş ve çocuk sahibi olmak mı, sahi nedir bu büyüklüğün ölçütü? Sanırım kişiden kişiye değişir ‘büyük' insanlığın tanımı, eğer varsa gerçekten öyle bir şey.

Ya ‘iyi' insan olmak? O kadar kolay bir tanımı var ki aslında, sadece iki maddelik;

1-Hiç kimsenin hakkına ve hukukuna tecavüz etmemek, yani, kendine yapılmasını istemediğin hiçbir şeyi başkasına yapmamak,

2-Eğer gücün ve imkânın varsa başkalarına yardımcı olmak ve paylaşmak.

O zaman soruyu değiştirelim;

Dünyada yeterince ‘iyi' insan olsa, hâlâ ‘büyük' adamlara 'ihtiyaç' kalır mıydı?

Aslında ilk insandan beri esas mevzu hep aynı, iyilik ve kötülük, iyiler ve kötüler. Zor olan, iyi gibi görünen kötülüğü ve kötüleri fark edebilmek...

Velhasılı kelam, 'Kanatlı'nın dediği gibi: "... devamlı iyiyi düşünün, iyiye, iyiye yönelin."

02 Ekim 2015

Okumak, Çalışmak ve Sorun Çözmek

Sözüm daha çok öğrenci kardeşlerime. İşi gücü olanlara bir şey demek haddimiz değil zaten ama okumalarına da bir mani yok hani...

Evet, test tekniği iyi bir meziyet. Hele ki günümüzde, test biçimindeki sınavların insan hayatındaki belirleyiciliği düşünüldüğünde, daha da önem kazanıyor bu kabiliyet. Fikrimi açıkça söyleyeyim, ben karşı değilim test sınavlara. Mevcut koşullarda, milyonlarca öğrenci arasında, her yıl en fazla yaklaşık 20 bin kişilik kaliteli üniversite kontenjanının, daha adilane başka türlü belirlenebileceğine inanmıyorum.

Yalnız, sınav odaklı şekilde test tekniğine yoğunlaşan eğitim sistemi ve teknolojinin kolaylık getiren uygulamaları, öğrencileri ‘genel okuma’dan uzaklaştırdığını müşahede ediyorum bazen. Aslında ülkemizde okuma genel bir sorun olabilir ama öğrenciler açısından bu daha büyük bir sorun bence.

TÜİK verilerine göre, ülkemizde insanların ortalama 75 yıl civarı ömrü varmış. Tüm insanları ve insanlığın tarihini düşününce ne önemi var ki bu sürenin? İşte kitaplar, tüm insanlığın o ortak tarihi bilgi ve tecrübe havuzundan gelerek, insana, bildiği şeylerin hiç hesaba katmadığı boyutlarını, hiç bilmediği ve belki bilemeyeceği, hiç yaşamadığı ve belki yaşayamayacağı bilgi ve deneyimleri hazır biçimde sunar. Büyük bir nimettir aslında bu. Bambaşka bakış açılarını, hiç düşünmediği noktaları ve belki de hayal dahi edemeyeceği boyutları insanın zihnine getirir. Ufkunu açar, dimağını genişletir, analiz kabiliyeti verir ve analitik düşünebilme yeteneğini artırır. Kısacası, kafayı çalıştırır okumak.

Kastım ders kitapları değil, onları zaten okumak gerek dersleri geçmek için. Asıl katkı sunacak olan diğer kitaplardır. Herhangi bir tür, konu veya yazar bile belirtmeye gerek yok. Okumak öyle bir şey ki, içine girdikçe, yetkinleştikçe uzmanlaşır insan. Mühim olan bir yerden başlamak. Bir süre sonra, neye ilgi duyduğunu, neyi beğendiğini, insan tamamıyla kendi belirleyebilir. Aslolan okumayı bir alışkanlık haline getirebilmektir. Bunu kazanmaya bakmak lazım. Bu konuda insanın kendine hedef koyması iyi bir hareket noktası olabilir. ‘Yılda en az şu kadar kitap okuyacağım’ veya ‘günde en az şu kadar sayfa okuyacağım’ diye başlangıçta, insan kendine hedef koyabilir. Göreceksiniz işe yarayacak, zamanla okumanın alışkanlık haline geldiğini göreceksiniz.
Anamın Köydeki çiçeklerinden...

Hiç unutmam, yazları, 'Kanatlı' bizi bağ-bostan beklemeye gönderirdi, çocuk ve öğrenciyken. Benim yabana giderken bir hedefim de, en az elli sayfa okumaktı, misal. Bu okuma bitene kadar, zaten aradan birkaç saat geçer, biz de ‘bekleme’ işini halletmiş olurduk, pratik faydasını da gördük yani!

Bu neden önemli, çünkü ileriki yaşlarda ve iş hayatında, bence özellikle öğrencilik döneminde yeterince okumayanlar, çalışma disiplini ve sorun çözme konusunda tökezliyorlar. Her şey bir test sorusu kadar basit olmalı sanki. Her şey bir bilgisayar tuşuna dokununca çözülmeli, cep telefonuna indirilecek bir uygulama adeta tüm meseleleri halletmeli. Maalesef yok böyle bir dünya!

Üretmek ve sorun çözmek için dirsek çürütmek gerekiyor. İlave olarak, iyi bir analiz kabiliyeti ve analitik düşünme becerisi de lazım. Ve bu da, öyle hemen kazanılmıyor ne yazık ki, yıllarca edinilecek bilgilerle, kendinizin veya başkalarının tecrübelerinden öğrenilerek içselleştiriliyor. Bunun en kısa yolu da, okumaktan geçiyor. Bu arada, unutmayalım, “İkra!” şeklindeki o ilk ilahi emrin “Oku!” manasına gelmesinin de bir anlamı olmalı…

Ha, tüm bunlar, ‘hayatta başarılı olmayı garanti eder mi?’, bilmiyorum ama işe yarayacaktır bir gün, emin olun. Bir de, hayat kısa ama uzun bir maraton gibidir de, neticeye bakmak lazım…

Son not: Akıl vermek, sorun çözmek demek değildir. Sorun çözmek, müdahil olmayı gerektirir.

Akıl verme, sorun çöz!

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...