26 Ağustos 2015

Hafız

Seydimen’in güneybatı ucunda, köyün yetişkin erkeklerinin bir araya geldiği, Y. Ağa'nın odası denen, bir giriş ve genişçe bir salondan müteşekkil yapının giriş kısmında, ocaktaki acı kahvenin kokusu ortalığa buram buram yayılıyordu sabahın erken vakti. Bir yandan ocakta ağır ağır olgunlaşan bu acı kahve beklenirken, bir yandan ağızlarda yanan cıgara kâğıdına sarılı kaçak tütünün yoğun dumanı, neredeyse göz gözü görmeyecek biçimde odanın giriş kısmına dağılmıştı. İçeridekiler için gayet olağan olan bu görüntü, ortama yabancı olanları ilk girdiklerinde sersemletecek kadar ağır bir havaydı aslında. İçeriye istenilen şeyleri, bazen dışarıdan getiren çocukların, buraya girip çıktıktan sonra dumandan etkilenip hafif sendeleyerek yürümeleri, arada karşılaşılan durumlardandı o zamanlar. Bu çorak bozkırda o dönem, sabahın erken vakti acı kahve veya bulunabilirse çay eşliğinde kaçak tütün öyle böyle bir alışkanlık değildi. Ölçü bir iki cıgara kâğıdı sarımı değil, ceplerde taşınan ve tabaka denilen tütün kaplarındaki tütünün bitmesiydi. Kimse içilen cıgara âdetine bakmaz, tabakasındaki tütün miktarına göre hareket ederdi. Tütün, kendi tabakasında bitti veya az kaldıysa bir başkasının tabakasına uzanırdı. Bir kişi de, eğer tabakasını masa veya başka açık bir yerde tutuyorsa, kimse o tabakaya uzanmak için izin bile istemezdi sahibinden doğru düzgün. Ortalığa bırakılmış tütün tabakası, sanki herkesin kullanımına açık demekti. Hâliyle, bir nevi umuma açık ve karşılıksız kahve işletmesi gibi olan bu odalar, kaçak tütünlerin sıradan bir şeymiş gibi habire sarılıp içildiği mekânlardı.

O zamanlarda çay ve kahve tütünden daha kıymetliydi. Tütün, Anadolu’nun yakın kısımlarında, her ne kadar izne tabi de olsa, daha çok üretildiğinden Barak Ovası’ndakiler için ulaşması nispeten daha kolaydı. Kahve, sıklıkla Halep’ten getirilen ve herkeste bulunmayan özel bir içecekti. Çay ise kolay bulunmazdı. Bu nedenle, hayatını yıllardır Y. Ağa’nın bu odasında geçiren Hafız, hiçbir kahve tanesini dahi ziyan etmeden çok itinalı bir şekilde yeşil kahve çekirdeklerini kavurur ve sonra dibekte dikkatle döverdi. Gerçi bu işleri daha önce yapmıştı, şimdi, esasen dünden sabırla pişirilmiş kahvenin biraz ısıtılma süreci yaşanıyordu. Acı kahveyi damıtarak pişirme serüveni o kadar kolay ve basit değildi. Acı kahveyi, farklı büyüklükteki cezvelerde birbirlerine aktararak yavaş yavaş dikkatle köz veya ocak üstünde pişirmek uzmanlık istiyordu. İşte yıllardır herkesin uğrak yeri bu odayı kendine mesken tutmuş Hafız, zamanla acı kahve pişirmenin iyi bir ustası olmuştu. Onun kahvesi köyde iyice meşhur olduğundan, epeydir her sabah köyün ileri gelenleri gözlerini açtıktan sonra soluğu Y. Ağa’nın odasında alırdı. Hafız da, bu durumu kanıksamış olacak ki, her sabah ilk iş kahve cezvelerini yoklar ve duruma göre mangalın veya ocağın ateşini yakardı.
Hafız'a mesken olan o 'oda' ve yanındaki yaşlı dut ağacının
mevcut hâli...

Hafız, yaşı artık kemale ermiş, çok güngörmüş, tabaat sahibi, nüktedan, muzip ve garip bir adamdı. Bundan yaklaşık 15 sene önce bir öğleden sonra ansızın çıkıp gelmişti Y. Ağa’nın odasının yanına. Köyün en güney ucundaki yerlerden biri olduğu için, bu oda, Suriye ve komşu ‘emmioğlu’ Nohu köyü tarafından gelenleri ilk karşılayan binaydı Seydimen’de. O gün, yaya olarak uzun mesafe kat eden Hafız, susuzluktan damağı kurumuş ve nefes nefese odanın yanındaki büyük dut ağacının gölgesinde oturanların yanına kendini zor atmıştı. Niyeti, suyunu içip biraz soluklanıp Antep’e doğru bir vasıta bulmak ümidiyle yoluna devam etmekti. Ancak Hafız için Seydimen’e geliş o geliş olmuştu. 

"Ağanın yeri yüksek
Kurulmuş dut gölgesine,
Seyreder âlemi,
Garibin yolu uzun, suyu yok
Kuru damağını ıslatmak ister."

Hafız, daha selam dahi vermeden hemen oracıkta düzdüğü bu sözler oturanların hiç beklemediği bir şeydi. Aslında giysileri çok eski ve düzensiz olmayan, fakat üstü başı toz içinde, yorgun ve terden yüzü gözü ıslanmış bu adamın, su veya soluklanmak için yaklaştığı belliydi ama bu girizgâh, zaten muhabbet düşkünü Y. Ağa'nın da hoşuna gitmişti.

"Hey babanın gülü, suyumuz çok, yerimiz geniş, selamsız bile olsa misafire gönlümüz de soframız da açık" dedi hemen Y. Ağa.

Hafız, bu hazır cevaptan gayet memnun şekilde yorgunluğuna rağmen hemen selamını verdi, hazirûn da aldı. Hafız'a ağacın gölgesindeki satıl denen ahşap su kovasından koca bir tasla su ikram edildi. Bu arada Y. Ağa: "Nereden gelir, nereye gidersin Garip?" diye sordu. Hafız, Suriye'den geldiğini Allah nereyi nasip ederse oraya gideceğini söyledi. Y. Ağa, "Yolun uzun, sonu belli değil, otur hele" dedi Hafız'a.

Hafız'ın tam olarak nereli olduğunu kimse öğrenemedi hiçbir zaman. Soranlara, memleketi olarak hep "Suriye" derdi ama daha fazla detaya girdiğine kimse şahit olmamıştı. Bazıları tüm bu gizemden hareketle, 'namus meselesi' derdi Hafız'ın bu memleket belirsizliğinin sebebi olarak. Bu durum kanıksandı, kimse de fazla kurcalamazdı Hafız'ın geçmişini, o da anlatmazdı keza. Ama geçmişine dair tüm bu muğlaklığa inat, sanki adının hakkını verir gibi Hafız'da güçlü bir hafıza, ezber yeteneği ve sözlü anlatım meziyeti vardı. Barak Türkmenleri'nin neredeyse tüm destansı hikâyelerini, meselelerini, ağıtlarını, türkülerini bilir, sanki onları yaşamış, birebir görmüş gibi anlatır ve söylerdi. Hâliyle o dut ağacının altında, geldiği ilk gün, bu konular da, her zamanki gibi, çok çabuk açıldı. Hafız'ın, Barakların geçmişine dair bildikleri ve anlatma kabiliyeti hazırda olanların hemen dikkati çekti. Herkes, büyük bir hayret ve şaşkınlıkla, Hafız'ın bu mevzulara hâkimiyetini ilgiyle dinliyordu. Zaman çabuk ilerlemiş ve güneş batmaya yüz tutmuştu. Böyle bir vakitte, Barakeli'nde hiçbir ağanın mekânından kimse gönderilmezdi. Nitekim öyle de oldu. Hafız'ın muhabbetine bir hayli ısınan Y. Ağa, Hafız'ın bir ara gitmeye yeltenmesini fark edince, "Hiç kımıldama, ayıp" dedi. Barak kültürünü çok iyi bilen Hafız, bunun anlamını biliyordu. Misafir edilecekti. Esasında Hafız da, Y. Ağa ve çevresindekilere yakınlık hissetmiş, bu insanların hayata bakışından hoşnutluk duymuş ve ortama hemen alışmıştı. Gidecek bir yeri ve varacak bir hedefi olmayan Hafız, o gece diye konaklayacağı Y. Ağa'nın bu misafir odasına, içinde birkaç parça şahsi eşyası olan çıkını ile bundan böyle adam akıllı yerleşip kalacaktı.

Barak'da, oda denen ve ağanın evinin yakınında yapılan, giriş ve genişçe bir odadan müteşekkil bu iki gözlü yapılar, ağanın gece hariç vaktinin büyük kısmını geçirdiği yerlerdi. Sabahtan yatsıya kadar ağa, yetişkin erkek yakınları, çalışanları ve şendik denen erkek misafirleri bu odanın içinde veya gölgesinde vakit geçirirdi. Yatıya kalan erkek misafirler de, geceyi bu odalarda geçirirdi. Kendine ait bir tuvaleti de olan bu odalar, sahibinin ailesinin ikâmet ettiği evden bütünüyle bağı kopmuş binalardır. Yalnızca, misafirlere yemek ve sair ikramlar evden getirilirdi. Velhasıl, misafirlerin yatıya kalacağı bir yer olarak tasarlanan Y. Ağa'nın bu odası, artık Hafız'ın da evi gibi olmuştu.

İşte bu mekânın giriş kısmında Hafız, şimdi, büyük oranda dün hazırladığı acı kahveyi yavaş yavaş ısıtmakla meşguldü. Y. Ağa, köydeki tüm kardeşleri ve her zamanki ekip hazır olunca, kahve vaktinin geldiğini ima eder gibi: "Oldu mu Hafız?" diyerek kahve cezvesini işaret etti. Hafız, öyle olmasa da, sanki bu talimatı bekliyormuş gibi, hemen Y. Ağa'nın büyük ağabeyinden başlayarak, güzel desenli ve kulpsuz kahve fincanları ile odada hazır bulunanlara birer, isteyene ikişer defa acı kahve servis etti. Bu kahve ikramı, ortamdaki kahve kokusunu biraz daha artırdı ve sigara dumanının o ağır havasını bir nebze dindirdi. Hafız'ın kahve servisi tam bitirmişti ki, dışarıdan;

"Sâdın, Sâdın, Sâdın" şeklinde bir bağırtı duyuldu.

Hafız, böyle bir anı beklermiş gibi, "Yeri ağam yeri, seninki hazır üçüncü de durmuşken çık istersen, sabah sabah acı kulağımız biraz pas tutsun!" diyerek Sâdın Emmi'ye hafiften takıldı.  Köyün mülk sahibi olmayan fakirlerinden olan Sâdın Emmi, durumu hemen anladı. Ortamdakilere fazla rahatsızlık vermemek için, çok da gönüllü olmayan bir edayla, "Tehov, tehov" diyerek, sol elinde cıgarası ve sağ elini memnuniyetsizliğini sergilercesine sallayarak, içeridekilerin gülümser vaziyette bakışları arasında kapıdan çıktı.

Çağıran Hâtın'dı. Sâdın Emmi'nin zevcesi. Hafız'ın da dikkat çektiği şey, Hâtın'ın Sâdın Emmi'yi çağırma sıklığı ve biçimiydi. Köyde, Hâtın'ın mütemadiyen Sâdın Emmi'yi bağırarak çağırmasını duymayan kalmamıştı herhâlde. Artık alışkanlıktan mı yoksa başka bir nedenden midir, bilinmez, Hâtın, Sâdın Emmi'yi, hep böyle bağırarak ve sürekli ismini tekrarlayarak, amacına ulaşana, sesini ona işitene kadar çağırırdı. Sâdın Emmi de, sanki kasıtlı şekilde, cevap vermek için bir süre beklerdi. Bu arada zavallı Hâtın nefesi kesilene kadar bağırıp dururdu. Bugün de, Hâtın, sabah erkenden, Y. Ağa'nın odasının hemen ilerisinde, köyün en Güneybatı kısmında yer alan topraklığa, çamur yapmak için toprak almaya gelmişti. O zamanlar Barakeli'nde, her köyün topraklık denen ortak bir yeri olurdu. Kerpiç evlerin her yıl özellikle kış koşulları için bakımının yapılması gerekirdi. Bunun için özellikle boz denen beyaz toprak aranırdı. Beyaz toprak ve onu güçlendirmek için içerisine katılan samanla yapılan çamur ile kerpiç duvarlar, başta sıvası dökülen yerler olmak üzere, elden geçirilirdi. Böylelikle kışın yağışlarla gelen suların sıvaların arasından sızarak kerpiç duvarlara zarar vermesi engellenmeye çalışılırdı. Hâtın da, yaklaşan kışa hazırlık kabilinden, fırsat bulduğu bu günde topraklığa el arası ve birkaç çuvalla gelmiş ve epey bir toprağı eleyip çamur yapmaya hazır hâle getirmişti. Ancak yerden kazıp eleyerek çuvalladığı toprakları zar zor el arabasına yüklemekle birlikte, el arabasını kolayca itememişti. Toprak yüklü el arabasını, topraklıktan Y. Ağa'nın odasının yakınına getirene kadar kan ter içinde kalmış, sonra el arabasını bırakarak Sâdın Emmi'yi çağırmaya karar vermişti.

Sabah güneşi yükseldikçe odadaki kalabalık da birer birer ayrılıyordu. Ancak hâlâ birkaç kişi sessiz şekilde bekleyişini sürdürüyordu. Kimseye takılmadan fazla duramayan Hafız, bu sefer köyün bir başka garibine sardırmaya karar verdi. Sabah, odaya herkesten önce gelen Zennüp Hüseyin, köşede dalgın gözlerle kapıya bakıyordu. Ne kimseyi dinler ne de bir şeyle alakadar olur gibi bir hâli vardı. Hafız, "Ne o Hüseyin, Hacov'a su götürmüyor musun bugün? Bak davar birazdan tuza gelecek, bir an önce git suyunu al, kuyuda su biriksin, davarı susuz bırakma şu sıcakta!" diyerek muzip bir şekilde gülüyordu. Hacov, Zennüp Hüseyin'in üç yıl önce veremden vefat etmiş eşiydi. Hacov'un ölümünden sonra köy, eşine az rastlanır bir olaya tanıklık etti. Başka bir akrabası ve çocuğu olmayan Zennüp Hüseyin ölen hanımının toprak mezarına öyle bir ilgi gösterdi ki, herkes şaşırmıştı. Sonradan mermer veya başka bir taş işçiliği yapılmasa da, o zamanlar köyde mezarlara pek yaptırılmazdı bu tür işler, Hacov'un toprak mezarı çok muntazam şekilde düzgündü. Mezarlık kıraç bir yer olmasına rağmen mezarın üzerindeki toprak yükseltideki tüm taşları seçmiş ve tertemiz yapmıştı Zennüp Hüseyin. Çorak ve kupkuru görünümlü mezarlıkta, Hacov'un başucuna cins bir dut ağacı dikmişti. Bugün bile mezarlıkta az sayıda olan nispeten iyi durumdaki ağaçlardan biri, Zennüp Hüseyin diktiği bu dut ağacıdır. Mezarın üzerindeki toprak yığına da çeşit çeşit çiçek ve bitki ekmişti. Zennüp Hüseyin, bu ağaç ve bitkilere özenli bakımını hiç aksatmadan üç yıldır sürdürüyordu. Yazın o sıcağında elinde bidonlarla, mezarın ağaç ve çiçeklerini sulamak için Zennüp Hüseyin'in su taşıdığını köyde görmeyen kalmamıştı. Artık bir vefa duygusunun tecellisi mi yoksa başka bir sebepten mi, bu yaşta bir adamın ölmüş hanımının mezarına böyle itina göstermesi pek alışıldık bir durum değildi köyde. İşte Hafız, şakayla karışık bu durumu ima ediyordu kendince. Hafız'ı iyi bilen Zennüp Hüseyin, önce çok oralı olmadı ama kalkıp da kapıya doğru yönelirken, "İşine bak yorum, sen işine bak!" dedi ve sonra da ilave etti: “Hacov'un hiç olmazsa mezarına bakan biri var, senin o da olmayacak zavallı!" diye yarı ciddi yarı şaka lafını ederek kapıdan çıktı.

Zennüp Hüseyin de bu dünyayı terk edeli çok oldu. O gittikten
çok sonra, Hacov'un mezarının son hâli böyle şimdi. Mezarın
başucuna dikilen o dut ağacı da çalıya dönüşmüş durumda.
Doğrusu Hafız, kendisi ne kadar herkese takılmayı, sözle dokunmayı adet edinmişse, herkesten de bu tür lafları duymaya alışmıştı. Hafız, Barak'da millet için gülme mevzusu olmanın ne denli ağır bir durum olduğunu bildiğinden, genelde yüzlerde birer tebessüm hâsıl eden bu takılmaların neticesi olarak, insanların da ileri geri kendine laf etmelerini anlayabiliyordu. Bu topraklarda, bir insan için kendisine gülünmesi başa gelebilecek en kötü hâllerden biri olarak görülür. El âleme rezil olmamak ki insanın kendisine gülünmesi bunların başında gelirdi, neredeyse tek başına bir hayat düsturu olmuştur. Çok gülmenin yılışıklık ve ciddiyetsizlik alameti sayıldığı geniş bir coğrafyada, bu tür bir endişenin oluşması da gayet doğaldı elbet.

Sonunda, odada Y. Ağa, onun küçük kardeşlerinden Hacı Mahmut Ağa ile Hafız kalmıştı. Hafız bu kez, Mahmut Ağa'yı hedef olarak seçmişti ama kapıda beliren 'Kanatlı' bu hevesini yarım bıraktı. 'Kanatlı', Mahmut Ağa'nın oğullarından Kemal'di. Babası, çocuğun küçüklüğünden itibaren tez canlılığı, hızlı iş yapma becerisi ve çalışkanlığından dolayı ona bu lakabı takmıştı. Hatta bu lakabı, nüfusa kaydettirirken ikinci isim olarak da yazdırmıştı. Ona 'Kanatlı' diye hitap etmekten de hiç vazgeçmemişti. 'Kanatlı'nın bu vakitte, bir odanın yanında görülmesi sık karşılaşılan bir şey değildi. Sürekli bir işlerle meşgul olması vakayı adiye olan 'Kanatlı'nın, bu saatte Y. Ağa'nın odasının önünde belirmesi içeridekilerin dikkatini çekti. Tabiî herkesten önce Mahmut Ağa, "Ne oldu Kanatlı?" şeklinde hemen söze girdi. 'Kanatlı', "Massey çalışmıyor, ne yapalım, tamirci mi çağırsak?" diye cevap verdi.

1950'den sonra Anadolu'nun geneli gibi, Barakeli'nde de, tarımda makineleşme hız kazanmıştı. Artık köylerde birer ikişer traktörler görülüyordu. Hem Osmanlıca hem de yeni yazıyı gayet iyi bilen Mahmut Ağa, o dönemin koşullarında liseye kadar okumuş nadir kişilerdendi ve yaşadığı çağı iyi takip eden biriydi. Traktörlerin yeni yeni ortalıkta gözükmeye başladığı bir anda, köyde herkesten önce gidip hemen bayiye yazılmıştı. Yarısı harmanda ödenmek üzere, o zamanda iyi bir paraya Massey Ferguson marka ithal bir traktörü satın almıştı. Yalnız modern anlamda lastik tekerlekli ilk traktör örneklerinden olan bu araçlar, gaz yağı ve mazot karışımı bir yakıtla, aracın önündeki marş kolunun bir süre çevrilmesi suretiyle çalıştırılıyordu. Yani, bu aracı çalıştırmak kullanmaktan çok daha zordu. Bu sebeple herhangi bir iş görürken çok zorunlu olmadıkça traktörü istop ettirmeyi kimse aklından bile geçirmezdi. İşte bugün de sabahtan beri, Mahmut Ağa'nın oğulları İsmet ve Kemal, traktörü çalıştırmaya çabalıyordu. Henüz motor mekaniğine yeni yeni aşina olan bir topluluk için traktörün çalışması başlı başına bir olaydı. Çoğu kişi, sırf nasıl çalıştığını görmek için hemen traktörün başına toplanırdı. Bugün, traktörün çalışmamakta ısrarcı olması, meraklı bakış sayısını daha da artırmıştı. Uzaktan, kalabalığın traktörün başında toplandığını gören Mahmut Ağa, "Ooo, millete film gerek zaten" diye içinden geçirdi. Kalabalığa yaklaşınca traktörün çalışması için her kafadan muhtelif fikirler çıktığına şahit oldu. Çoğu kimse, motor ve mekanik uzmanı kesilmişti adeta ve ne cin fikirli öneriler ortaya atılıyordu. En son, traktörü iterek çalıştırma yoluna gitmeye karar verildi. Bu arada köyün neredeyse tüm erkekleri traktörün etrafına toplanmıştı. Tabiî, Hafız bu, o da bu curcunadan uzak duramazdı. Kalabalığa biraz yakın bir mesafede çömelmiş, tabakasından cıgarasını sararken, bir yandan da olup bitenleri izliyordu. Traktörün bir türlü çalıştırılamayıp da itilmesi gündeme gelince, kalabalık bir anda hareketlenmiş ve traktörü, köyün kuzeyindeki Harman yerinin nispeten yüksekçe olan en üst kısmına bir gayret elbirliğiyle itmişlerdi. Tüm bu olup bitenlerden dolayı canının sıkıldığı belli olan Mahmut Ağa kendince söyleniyordu. Hafız, tam da bu anda, yine her zamanki işgüzarlığı ile döktürdü:

"Frenk bezinden Massey'in gömleği
Dayanmaz buna Mahmut'un yüreği
Son durak gölün başı
İtele Mamov itele."

Hafız, Mahmut Ağa'nın tepkisini gayet iyi tahmin ediyordu. Ağa'nın bu kızgın hâliyle kendisine yöneleceğini bile bile bu sözleri etmişti. Daha Mahmut Ağa'nın kendisine doğru hareketlenmesine fırsat vermeden köyün en büyüğü T. Ağa'nın odasının yolunu tutmuştu bile. Mahmut Ağa, bir gözle traktörün akıbetini izlerken, bir yandan da eliyle Hafız'a doğru kızgınlığını belli edecek şekilde, "Seninle sonra görüşeceğiz" tarzı hareketler ima ediyordu. Fakat Hafız yine lafını etmiş, hızlı adımlarla T. Ağa'nın odasına kendini atmıştı. Nefes nefese odaya girdiğini gören T. Ağa, "Ne o Hafız, kimden kaçıyorsun gene?" dedi. Hafız, "Valla, yok bir şey Ağa, biraz sizin Hacı Mahmut'u kızdırdım da" dedi hafif bir tebessümle. Hafız'ın marifetleri konusunda yeterince tecrübeli olan T. Ağa, "Yorum Hafız, ölene kadar vazgeçmeyeceksin bu huyundan zaar" diye kendisi de tebessüm ederek, başını 'nasıl bir adam bu Hafız' dercesine sağa sola salladı. Sonra da, "Hafız, iyi oldu gelmen, akşama mühim misafirlerimiz var, aşiretin büyükleri geliyor, herkes hazırlık görüyor burada, şu acı kahveden sen ilgilen." şeklinde devam etti.

Hafız, en iyi bildiği iş acı kahve konusunda hemen kollarını sıvadı. Zaten bu tür geniş katılımlı ve ziyafet şeklinde geçen muhabbet ortamlarını severdi. Ne de olsa cemaat adamıydı. Üstelik davetlilerin Barak Türkmenleri'nin ileri gelenlerinden olması, gecede tam da iyi bildiği Barak sözlü kültürünün en önemli gündem maddesi olacağına delil gibiydi. Beklediği gibi de olmuştu. Gün boyu, T. Ağa'nın ev halkı, azapları ve ortakçıları el birliğiyle ortalığı düzenleyip temizledi, kuzular kesildi, büyük siyah kazanlarda odun ateşiyle et kaynatıldı. Etin suyu ile o senenin taze buğdaylarından mamul firiklerle ve başka çeşit tahıllarla pilavlar ve sair geleneksel yemekler yapıldı. Velhasıl iyi bir ziyafet için gerekli tüm hazırlıklar görülmüştü. Hatta ola ki gelenler ister diye, arakılar dahi getirilmişti. Zira bu denli geniş katılımlı ve ciddi toplantılarda pek içilmezdi. Ne olur ne olmazdı, fazla tanınmayan insanlarla içki sohbetinin nereye varacağı hiç belli olmazdı hakeza. O nedenle, arakı, düğünlerin, bazı dost meclislerinin ve dar kapsamlı ziyafetlerin bir eğlencesiydi genelde.

Gece, ta akşamdan itibaren çok güzel başladı ve öylece, neşeli biçimde de bitti. Barak Türkmenleri'nin önce gelen tüm oymak ve aşiretlerinden büyükler katılmıştı. T. Ağa'nın odası, köydeki diğer odalardan farklı biçimde, ilave bir göz odaya daha sahipti. İşte bu geniş iki büyük salon ve odanın giriş kısmı dolmuş, içeride yer bulamayanlara dışarıda, sekide, sofra açılmıştı. Hafız gece boyunca neredeyse ayaktaydı. Çok keyifliydi. Tüm misafirlere ve köy halkına, büyük cezvelerle kendi hazırladığı acı kahveden defalarca ikram etti. Davetlilere sadece kahve sunmuyor, her zamanki nüktedanlığı ile onlarla hasbihâl de ediyordu. Temelde buraların bir garibi, yabancısı olmakla birlikte, aradan geçen zamanda öyle bir benimsemişti ki bu toprağı, tüm çevreyi en az eski bir Seydimenli kadar iyi biliyor ve hemen herkesi tanıyordu. Onun insanlarla o candan sohbetine şahit olanlar sanki kırk yıllık bir dostluğun bakiyesini sürüyor gibi düşünürdü. Öyle samimi ve içtendi Hafız. Zira hesap yoktu Hafız'da. Ne geçmişe, ne bugüne, ne de geleceğe dair bir şeylerin hesabını kurmuyordu hiç. Anı yaşıyordu, anda vardı, anda dem buluyordu bir nevi. Hiçbir kaygısı yoktu, sadece yaşıyordu. Hem de keyfi nasıl isterse, hiçbir şeyi zorlamadan. Onun bu haleti ruhiyesine her zaman değil belki ama bazen gıpta edenler bir hayli fazlaydı aslında köyde. Bir keresinde, herkesin önemli ve derin bir köy mevzusuna daldıkları bir anda, Hafız'ın küçük bir muziplikle bazı yüzlerde tebessüm hâsıl etmesi, Mahmut Ağa tarafından, "Bu kafada olasın da, yaşayasın" şeklinde ifade edilmişti. Esasında, Hafız gibi bir yabancının daha önce hiç tanınmadığı bir yerde, böylesi bir ev sahipliğine ve ikrama mazhar olması da, işte bu hasletinin bir neticesiydi. Seydimenliler, sanki kendilerinde eksik kalan bir yanı, Hafız'ın mevcudiyeti ile gideriyordu.

Hafız, o gece, geç vakit hâlinden çok memnun ayrıldı T. Ağa'nın odasından. Uzun zamandır böylesi koyu bir hasbihâlin içinde olmamıştı. Ekseriyetle ne kadar konuşkan bir insan olsa da, yakın zamanda bu kadar çok konuştuğu ve güldüğü bir günü hatırlamıyordu. Bu düşüncelerle, o yoğun kalabalık dağıldıktan sonra, çoğu zaman olduğu gibi yine bir başına Y. Ağa'nın odasına doğru uyumak üzere yürümeye başladı. Gece vakit ilerlemiş, gökyüzündeki ay dışında ortalığı aydınlatan hiçbir ışık zerresi kalmamıştı. Karanlıkta Y. Ağa'nın odasına yürüyen Hafız, odaya girdikten sonra cebindeki çakmağın ışığıyla yatağının yerine baktı sadece. Şimdi, tekrar lambayla falan uğraşmak istemiyordu. Çok iyi geçen bir günün ve gecenin ardından, yorgun ama huzurlu bedenini biraz dinlendirmek istiyordu. Bu duygularla, yattığı odanın kıble camından gökyüzünde parlayan ayı seyrederek uykuya daldı.

Sabah erken vakit, genelde olduğu üzere, Zennüp Hüseyin odaya ilk gelen kişi oldu. Yalnızlıktan mı yoksa yaşlılıktan mıdır, bilinmez Zennüp Hüseyin geceleri rahat uyuyamazdı, sıklıkla sabahı zor ederdi. Güneşin ilk ışıklarını görünce de hemen kalkar, evinde varsa, çoklukla olmazdı, bir iki bardak çok koyu çay demler, kaçak tütünle onu içerdi. Güneşin biraz kendini belli etmesiyle birlikte de, o aralar Y. Ağa'nın odasının yolunu tutardı. Bugün de öyle yapmıştı. Bazen geldiğinde Hafız henüz uyanmamış olur, bazen de yeni uyanmış veya acı kahveyle uğraşır bulurdu. Bugün de henüz Hafız'ın uyanmadığı günlerden diye düşündü, fazla ses etmeden odanın giriş kısmında bulduğu bir sandalyeye ilişti. Bir müddet yalnız kaldıktan sonra, köyün yetişkin erkekleri birer ikişer gelmeye başladılar. Güneş tam kendini belli etmeye başlamışken bu sefer, Y. Ağa da geldi. İçeriye girer girmez, "Hey babanın gülü, bizim Hafız geceden kalma olmuş yorum" dedi, onun yokluğunu fark ederek. Sonra da Zennüp Hüseyin'e, "Uyandır hele şunu, alıştırdı bizi, kahve olmadan nasıl biz bize gelek?" diye gülümsedi. Zennüp Hüseyin kendinden beklenmedik bir atiklikle içeride yatan Hafız'ın yanına gitti. Zennüp Hüseyin'nin hemen "Hafız, Hafız" şeklinde hızlı hızlı seslenişi duyulmaya başlandı. Ancak bir an kısa bir sessizlik oldu. Akabinde, "Erreyy, Hafız ölmüş yorum!" şeklinde üzgün sesi duyuldu. Giriştekiler, derhal Hafız'ın yattığı odaya geçti ve Hafız'ın yarı açık gözlerini ve kaskatı vücudunu hemen fark ettiler. Bir anda hiç kimse tek kelime edememiş, yalnızca şaşkın gözlerle herkes Hafız'ın başında birbirine bakakalmıştı.

Hafız 68 yaşındaydı. Öldüğü güne kadar, kimse Hafız'dan bir yerinin ağrıdığını veya bir rahatsızlığı olduğunu hiç duymamıştı. Hafız, Seydimen'e geldiği günden beri hep aynı görünürdü neredeyse köydeki hemen herkese. Bu kadar neşeli bir gün ve geceni ardından böylesi bir gidiş herkesi afallatmıştı. Seydimen'de o güne kadar ne kimse Hafız'ın böyle ansızın öleceğini düşünmüştü ne de ölümü o neşeli adama kondurmuştu. Ecel bu hayat dolu adamı, bir gece vakti, bir başına, uykusunda yakalamıştı. Hafız'ın cenazesini görenler, yarı açık gözlerinin ve kafasının odanın Suriye yönüne bakan kıble penceresine baktığını ve kafasını sanki o tarafa doğru uzattığını hayretle fark etmişlerdi. 

Bütün köy, Y. Ağa'nın odasının etrafına toplanmıştı. Herkes sessiz, şaşkın ve meraklı gözlerle etrafa bakınıyordu. Toplananlar, köyün büyüklerinden bir şeyler duymak ister gibiydi. Kimse ne yapılacağını bilemiyordu. Hafız, geride ne bir akraba ne bir evlat ne de başka bir isim bırakmıştı. Hayattayken sadece yaşadığı gibi ölürken de sadece ölmüştü. Bundan sonrası kalanları işiydi. Köyün ileri gelenleri odanın giriş kısmında bir aradaydı. T. Ağa, herkesin bakışının üzerinde olduğunu hissettiği için bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu. Aslında köyde normal bir cenaze olsa herkes ne yapacağını bilirdi. Hafız'ın durumu karışıktı. Bir kere, nereye gömülecekti? Ailesi gelecek miydi? Kime haber vereceklerdi? Bunlar belirsiz olduğundan herkes birilerinin karar vermesini bekliyordu. T. Ağa söze girdi: "Yorum görüyorsunuz, hiç beklenen bir şey değildi bu, daha dün o keyifli hâliyle beraberdik. Hafız, ne geride ne de önünde bir şey bırakmadı. Öylece çekti gitti. Haber verebileceğimiz bir kimse dahi söylemedi. Bir yakınını bilen varsa söylesin. Cenazesini öylece ortada bırakıp duramayız. O kadar tuz ekmek olduk, içli dışlı bulunduk, Hafız artık bizden biri olmuştu. Onu da bizden biri gibi mezarlığımıza gömmekten başka çare yok. Ne dersiniz?" dedi içeridekilere. Hazırdakiler, zaten bir an önce karar verilmesini bekliyordu, cenazenin öylece bekletilmesi hiç içlerine sinmiyordu. Bu, alışık olunan bir durum da değildi keza. T. Ağa'nın önerisine, başta Y. Ağa olmak üzere, herkes sıcak baktığını belli etti. Bu şartlarda yapılabilecek daha makul bir şey de yok gibiydi. Mahmut Ağa, "O zaman beklemenin âlemi yok, defin işlerine başlayalım, gençler kazma kürekle mezarlığa..." dedi ayağa kalkarak. Sanki herkes böylesine bir ateşleme beklermişcesine hep birden ayağa kalktı. Bundan sonrası daha önce çokça deneyimlenmiş bir rutindi.

Önce odanın arkasına dut ağacının yanına büyük taşlardan bir ocak yapıldı ve içine çalı çırpı ve odun yerleştirildi. Metal varillerin ikiye bölünmesiyle yapılan marbıl denen büyük su kabı taş ocağın üzerine yerleştirildi. İçerisi yarıya kadar su dolduruldu. Anadolu'nun ilginç bir âdetidir; cenaze, ılık suyla son kez yıkanırdı. Hafız'ın bedeni son kez bu ısıtılan suyla yıkanacaktı. Mahmut Ağa, oğlu 'Kanatlı'ya, "Nohu'ya ulaş, Hoca ve masayı al da gel" dedi. 'Kanatlı', her zamanki çevikliğiyle hızlı adımlarla Seydimen'in yaklaşık iki kilometre güneyindeki Nohu köyüne doğru yola koyuldu.

Birkaç saat içinde, bir at arabasıyla ahşap ölü yıkama masası ile hoca gelmişti. Ölü yıkama masası, iki metre uzunluğunda ve bir metre genişliğinde, ortası hafif çukurumsu, kenarlarında cenazenin baş, kol ve bacaklarını yerleştirmeye yarayan oyukların yer aldığı dikdörtgen şeklinde bir masaydı. Bu masa, Hafız'ın ilk kez karşılandığı o odanın yanındaki büyük dut ağacının altına yerleştirildi. Hoca, cenazeyi yıkamak üzere hazırlandı. Hafız'ın cenazesi, uyurken üzerine örttüğü eski yorganı sarılı vaziyette bu masaya yatırıldı. Çevre evlerden dört büyük kilim getirildi. Masanın dört bir yanına sekiz kişi tarafından bu kilimler, elle tutulmak suretiyle gerildi. Maksat cenazenin mahremiyetine hürmet ve çocukların meraklı bakışlarından saklamaktı onu. Hoca, kefen bezini Hafız'ın cenazesinin üzerine örttü önce, sonra sarılı olduğu yorganı kaldırdı ve üzeri kefenle örtülü hâlde giysilerini çıkarmaya başladı. Daha sonra yorganı ve giysilerini masadan alıp kenarda bekleyenlere verdi. Hafız'ın cenazesi, artık kefen bezinin altında öylece kaskatı yatıyordu. Hoca ısınan suyu eliyle kontrol etti, sıcaklığın kâfi olduğunu işaret ederek, bir tas ve iki satıl ile bu sudan getirilmesini istedi. Sonra da, cenazenin başından başlayarak, dualar mırıldanarak kefen bezini tamamen kaldırmadan kısım kısım Hafız'ın bedenini son kez yıkamaya başladı. Ortalığa kısmi bir sessizlik hâkimdi. Sağda solda öbek öbek toplanmış insanlar kendi aralarında kısık sesle konuşuyorlardı. Ses kabilinden çevredeki en baskın şey, masadan aşağıya dökülen suyun şırıltısıydı.

Hafız, ömrünün son demlerini kalabalık cemaatlerde, hoş sohbetlerle yaşadı ama yalnız bir adam olarak öldü. Köyde, ölümüne üzülmeyen ve bu duruma şaşıp kalmayan hiç kimse yoktu. Kimseye bir zararı dokunmayan bu garibin ölümüne herkes yanmıştı ama tek bir gözyaşı da dökülmedi arkasından, neticede, her şeye rağmen 'eloğlu el'di Hafız herkes için.  

Seydimen mezarlığının alt kısmı, Hafız'ın da defnedildiği
bu bölgede, mezarlar yerle bir olmuş hâlde. Buradaki
mezarları, ne bilen ne de hatırlayan kaldı şimdi.
Hafız'ın o büyük dut ağacının altında başlayan Seydimen macerası, yine o dut ağacının altında son kez ölü masasında yıkanarak nihayete eriyordu. Bugün, eskisi kadar gür olmasa da o dut ağacı, o odanın atıl durumda sayılabilecek binasıyla birlikte hâlâ yerinde durur. Ancak köyün mezarlığının alt başında, çukur bir bölgeye defnedilen Hafız'ın naaşının tam olarak hangi mezarda olduğunu, tıpkı Zennüp Hüseyin'in ima ettiği gibi, hatırlayan dahi kalmadı.

Bu toprakların üstünden altına göçüp gidenlerin ruhuna el-Fatiha!

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...