18 Mart 2015

Çanakkale Savaşları ve Baraklı Şehitler

Anadolu toprağının her karışı gibi Barak Ovası da aziz şehitlerimizin kanı ile sulanmıştır. Yine bu toprağın yiğitleri, başta Çanakkale olmak üzere, muhtelif vatan savunmalarında can vermişlerdir.

Gelibolu yarımadasında 57. Alay için yapılan temsili şehitlikte, bu Alay bünyesinde şehit düşen bazı kahraman askerlerimizin baba adları ve isimleri işte böyle yer almaktadır:
Onlar bu ülkeye körpe canlarını vererek fedakârlığın en büyüğünü yaptılar ve başkaca hiçbir söze hacet bırakmadılar. Onları rahmet ve minnet duygularıyla yâd ediyoruz.

Tüm şehitlerimizin ruhları şad, mekânları cennet olsun.

 Söz, hazır Gelibolu'dan açılmışken; çocukluğu orada geçmiş ve şu hayatta tanıdığım en değerli ve bilgi deryası kişilerden biri olan, hakiki murakıp Yalçın KARAGÖZ üstadın, 'Çanakkale Destanı'nın 100. yıldönümü vesileyle bizimle yazılı olarak paylaştığı birkaç anekdotu burada sunmayı görev addediyorum:

"Savaşın en çetin geçtiği ve bizzat Mustafa Kemal’in komuta ettiği muharebeler; 8 ilâ 12 Ağustos 1915 tarihleridir. Boğazı ve Saroz’u gören 261 rakımlı tepenin ele geçirilmesi için, taarruz başlatan karşı kuvvetler, birkaç defa tepeyi alırlar ve fakat karşı saldırılar ile kaybederler.

Gelibolu 57. Alay Şehitliği
Çanakkale Savaşı, dünyanın modern ilk amfibi harekâtıdır. Bu itibarla, 18 Mart Deniz Savaşı diye akıllara yer ettirilmiş, doğru değil. 18 Mart’tan önce de kara harekâtı vardır, 18 Mart'tan sonra da.

Atatürk'ün Gözetleme Yeri
Savaştan sonra; muharebe alanındaki toprak altı kalıntılar temizlenirken, kemikler çıkartılır.Yabancı kuvvetlerin üstünde künyeler aracılığıyla kemik kalıntılarının hangi millete ait olduğu bilinir. Osmanlılarda ise künye yoktur. Naaşlar, üzerilerindeki; “kısa saplı tahta kaşıklar”dan  Türk oldukları anlaşır. Her askere, birliklere katılmadan evvel, karavanaya kaşık sallamak için,getirilmesi zorunlu, erat malzemesidir. Bu tahta kaşıklar askerlerin bellerindeki dolamaların arasında saklanırdı.

Kemik parçaları toplanır, Kilitbahir’de bir toplu mezara konur ve kaşıklar mezarın üzerine saplanır. Cumhuriyet döneminde gel git, bu mezar halkın uydurmasıyla; “Kaşıkçı Baba-Dede” diye anılır.

Bir de halkın inancı vardır; geç konuşan çocuklar için, bu mezardan bir kaşık alırlar, çocuğa onunla yemek yedirirler, çocuğun dili çözülür, ana-baba yeni bir kaşık götürür, mezara saplar. Benim çocukluğumda mezar, kaşıktan geçilmezdi ama şimdi çok azalmış.

Ne 18 Mart, ne Anzak kuvvetlerinin çıkarmayı başlattığı 25 nisan Gelibolu Savaşlarının özgün tarihleri değildir. Özgün tarih olacaksa 12 Ağustos olmalıdır.

261 Rakımlı Tepe
Almanların Mart 1915 Boğaz Muharebeleri stratejisinde; Boğazın en geniş alanı olan Erenköy Koyu'nda kıyıya paralel iki sıra mayın döşenmesi ve armada (ki bu armadayı oluşturan dretnotların yaş ortalaması 30’dur) bu geniş alana geldiğinde, bizim kara topçularının şiddetli atış yaparak, gemilerin geri dönmesine neden olunması, bu geri manevra yapılırken de dizili mayınlara çarptırılması vardır. 7 Mart 1915 tarihinde, Nusrat bu mayınları döşer, düşman kuvvetleri 10 Mart'ta boğaza mayın tarama göndererek bunları temizlemeye girişir. Ne var ki, Mayın tarama personeli sivil Fransız mühendislerdi ve çatışma altında iş becerileri yoktur. Öyle ki; deniz dibine zincirle sabitlenen mayınları temizleyeceğiz diye, bir çoğunu da zincirinden boşaltırlar, serseri olurlar. 18 Mart’ta bildiğiniz olur. Almanların stratejisi tutar, bir de Boğazın saatte 70 km'yi bulan akıntı hızının katkısıyla.

Tabyalara yerleşik sabit toplar bizim için verimli değildir. Tabyalar düşman gemileri tarafından teker teker avlanır. Buna mukabil, seyyar sahra topları çok iş görür. Sorun menzillerinin yetersiz olmasıdır. Bizimkiler atışa başladıklarında, üç beş atıştan sonra topun yerini değiştirirler. Düşman armadası ise isabetsizdir. Çünkü; deniz dalgaları nedeniyle, top nişanları sürekli bir aşağı bir yukarı iner çıkar.

İngilizler, Ekim 1915’ten itibaren kısmi ricat başlatır. Aralık 1915’te tamamen çekilir. Ekim-Kasım Ayında çok büyük bir talihsizlik olur; aşırı yağış, Gelibolu yarımadasında sel vakıası. Siper ve lağımlardaki bir çok askerimiz, su baskını sonucu boğulur. Düşman, can kaybı yaşamaksızın ricat ettiği halde, geri çekilme bizler tarafından algılanmasın diye, mühimmatı geride bırakır, başlarına mankenler dikerek. Düşmandan ele geçen bu mühimmat 1922’de Türk Ordusu tarafından kullanılacaktır.

Bu savaşın bizim açımızdan hatırlanması ve önemsenmesi, ancak komik ve garip sayılabilecek savaştan enstantanelerin anlatılmasıyla sağlanır.

Siperler (Conk Bayırı)
I. Dünya Savaşında İttihat ve Terakki, moral değerlerin yüksek tutulması için çok büyük bir propaganda faaliyeti güder. Bu faaliyetin bir sonucu olarak; bir olumluya bin katılır, bir olumsuz ise yok farz edilir. Günlük matbuatın da bu uğurda kullanılıyor olması nedeniyle de, bugünkü araştırmacılar, o gün yazılan ve çizileni doğru kabul eder.

Biz, gerçek olan komik ve garip enstantanelerden bir kaçını hatırlatacağız;

1) Cepheye sevk edilmiş veya gerideki ihtiyât erat ve zabitanın, üzerinde her hangi bir yazılı belge bulundurulması yasaktır. Düşmanın karşı istihbarat materyali elde etmesini önlemek maksadıyla. Örneğin; cephe emri, harita, hatırat, günlük, mektup, resim. Gel gör ki bugün bunlardan tonlarca var. Bunlar o zamanın ürünleri değil. Sonradan oluşturulmuş.

2) Müttefik kuvvetlerin elinde en geç 1908’de oluşturulmuş, saha haritaları vardır. 18 Mart öncesi kara harekatlarının birinde, bir üst teğmen yasağa aykırı olarak üzerinde yeni saha haritalarıyla düşmana esir düşer. İngilizler 1915 son vaziyetini böylece öğrenirler ve bu haritayı çoğaltmak için Mısır’a göndeririler. Mısır Masası başında Arabistanlı Lawrence vardır. Haritanın çoğaltılmasında önceliği Anadolu paftaları üzerine verir. O’na göre çıkarma Anadolu’da yapılacaktır. Gelibolu yarımadası ise ikinci önceliğe sahiptir. Kazandığımız anlardan birisi de budur.

3) 25 Nisan gecesi yarımadaya çıkartma yapılacak noktalar işaret şamandıralarıyla belirlenir. Kıyıdan bunu fark eden yerli balıkçılar, durumdan askeri makamları haberdar eder ve birkaç şamandıranın da ipini keserler. Serseri şamandıralar, bugün Anzak Koyu denilen, sert ve dik yamaçlara sahip alana doğru sürüklenir. Ertesi sabah bu şamandıralar esas alınarak, Anzak birlikleri, 20 metrelik, dar kumsal şeridine çıkarma yaparlar.
Çanakkale Boğazı'nın Girişi

4) İngiliz ve Fransızlara ait taht-el bahirler (denizaltı) Çanakkale boğazını çoktan geçmişlerdir. Marmara’da ikmal yapan, Şirket-i Hayriye vapurlarını torpillemektedirler. Bir tanesi o kadar ileri gider ki; Yeşilköy açıklarında keskin nişancılarımız tarafından, tüfek ateşiyle periskopundan vurulur. Denizaltı teslim olmak zorunda kalır. Günlük İstanbul basınında da boy boy fotoğrafları yayınlanır. Almanlar hemen bölgeye kendi denizaltılarını gönderir ve müttefik donanmasından birkaç gemiyi haklarlar.

İngilizler batırılabileceği endişesiyle, en büyük ve en yeni Queen Elizabeth II. Zırhlısını deniz savaşına sokmak istemezler (1 defa hariç) Ve gemiyi Midilli arkasında bekletirler. Kommador gemisi olarak.

5) Bu gün olduğu gibi askere mükellef bir karavana tabii ki çıkmamaktadır. Fakat bu eratın; buğday çorbası, üzüm hoşafı ve yarım tayın ile beslendiği imajı da doğru değildir. Eratın sızlandığı husus; cephe gerisinden gelen yemeklerin soğuk olmasıdır. Tabildotun gün gün bütün ayrıntısı Genelkurmay Harp Tarihi Arşivlerinde var.  Eratın tütün hakkı var. Zabitan biraz daha lüks; kahve hakkı tanınmış.

Gelibolu Yarımadası ve Ege Denizi
6) Savaşın yaz döneminde en büyük kıyıcısı dizanteri salgını. Bunu engelleyebilecek hiçbir şey yok. Erata dağıtılan bir adet limon ve keneflere dökülecek bir teneke kireçten başka.

7) Bir de keskin nişancılarımız. Bu snaypırlar başlı başına konu. Bunlarda pek bahsedilmez. Araziye yayılmış, bağlı oldukları birliklerden bağımsız ve çoğunlukla sivil dolaşırlar. Bunların ihtiyaç duydukları cephane ve erzak; yalnızca onların bildikleri alanlara bırakılıyor.

İngilizleri öyle bezdirirler ki; aynalı tüfek icat etmelerine neden olurlar.

8) Savaşa Fransızlar Senagallileri, (bazı kaynaklarda Gurmalıların da olduğu söylenir), İngilizler de Hintlileri getirirler. Üstelik bunların bir çoğu Müslüman. Almanların casusluk yapabilirler diye karşı çıktıkları ve bir de tamim yayınlattıkları Osmanlı taburlarında ise Rumlar ve Ermeniler vardır.

Anzak Koyu
9) Savaşta Türklerin “Ganimet Taburları” vardır. Düşmandan elde edilen teçhizat ve sair malzemeler ve ayrıca esirlerin alınması, korunması bu taburların vazifesidir. Bu ganimet taburlarının savaşta ele geçirdikleri malzemelerin ayrıntısı yine bu gün Genelkurmay arşivlerinde mevcut. Fakat nedense pek bahsedilmez. O kadar ayrıntı vardır ki;üniforma düğmeleri, ağır toplar, makineli tüfekler, keresteler, sıhhiye malzemeleri, matara, dürbün, deri çanta, pergel takımı, dolma kalem ilâ nihaye…

Düşman eratının, üzerinde kimliği belli zatî malzemelerinin bir kısmı savaş sonrası iade edilmiştir.

10) Gelibolu milli parkı 1950’den sonra oluşturulur. NATO için topoğrafya değiştirilir. Dikilen çam ağaçlarıyla, cephe birden ormanlık araziye dönüşür. O zaman böyle bir arazi yapısı yoktu. Bugün Conk Bayırı muharebelerinin yürütüldüğü alanlardan, ne Boğazı ne de Saros’u görebilirsiniz. Mustafa Kemal’in saatinden vurulduğu, bugün Kemal Yeri diye gösterilen yer, ziyaretçilerin yoldan arabalarıyla kolayca ulaşsınlar diye daha aşağıya kaydırılır. Esas yer daha kuzeyde ve yukarıdadır."

13 Mart 2015

Balaban Köyü İlkokulu

Balaban Köyü İlkokul Binası (2016)
Bir zamanlar böyle bir okul vardı köyümüzde, şimdi sadece binası ve müştemilatı kaldı. 90'lı yılların sonuna doğru, 8 yıllık zorunlu eğitimle birlikte taşımalı eğitime geçilmesi, zaten az sayıda öğrencisi olan Okulun öğretim hayatını bitirdi. Ama hâlâ güzel bir binadır. Bizim gibi kerpiç evlerde doğmuş insanlar için betona, kiremide, tuğlaya, kendi çapında modern mimarinin izine tanıklık ettiğimiz ilk yapılardan biri desek abartmış olmayız. Düz dam geleneği dışında başka yapıya pek şahitlik etmemiş bir yörenin insanları için çatılı bir bina başlı başına ilginç bir görüntüydü vakti zamanında. Fakat her şeyden önce, Devletin Anadolu bozkırında, küçük bir köyde, ta o zamanlar bile eğitimi ihmal etmemiş olması, Ülke ve Cumhuriyet adına bence önemli bir başarı ve ümit göstergesiydi. Bizim için ise bu Okul, tüm eksikliklerine rağmen en azından kitabın, defterin, okumanın ve yazmanın ilk ocağı ve temeli oldu.
(Gaziantep/Karkamış/Balaban Köyü/1982-1983 Eğitim Yılı)
Pencerelerden görülen içerideki sobanın borusu ve cam
kenarlarındaki teneke saksılar hoş birer detay olmuş...

(Gaziantep/Karkamış/Balaban Köyü/1982-1983 Eğitim Yılı)
Resim dersi, 'dışarı' demekti çoğu zaman, o anlardan birisi.
Arkada Okulun binası ve köy 'şahitlik' etmiş bu derse...
Beş sınıfın da tek öğretmenle aynı mekânda eğitim yaptığı ve ortasında bir sobanın yer aldığı kocaman bir salon Okulun ana iskelesiydi. Girişteki holün açıldığı bu geniş salon haricinde, bir de kapısında 'müdür odası' tabelasının yer aldığı küçük bir oda daha vardı ama o odanın ne müdür ne de başka birine makam olduğunu hiç görülmemiştir. Sadece, harita, maket, fiş gibi öğrenim gereçleri ve varsa kırtasiye malzemelerinin tutulduğu bir depo gibiydi.

İşte bu Okulun, toplam 18 öğrenci ile belki de en kalabalık olduğu zamanlardan biri 1982-1983 dönemiydi. İki ayrı öğretmenle geçen bir eğitim yılı olmuştu; önce Şenel öğretmen, sonra da Talat öğretmen...

Aslında köy okulları da, köy öğretmenleri de köydeki herkes için görüldüğünden çok daha fazla şeylerdir. Umarım bir gün herkes anlar bunu...

(Gaziantep/Karkamış/Balaban Köyü/1974-1975 Eğitim Yılı)
Ayaktakilerden sağdan üçüncü Tuncer Ağabeyim...
(Fotoğraf: Cevdet Tiryaki)
(Gaziantep/Karkamış/Balaban Köyü/1985-1986 Eğitim Yılı)
İlkokul dörtteyim...
(Fotoğraf: Yılmaz Tiryaki)

12 Mart 2015

Yaşanılan an ve berisi; ya ötesi?

Ne garip bir yer bu dünya. Allah bilir; kimler, hangi değerli hatıra ve duyguların birer yansıması veya nişanesi olarak bu fotoğrafları hangi kuytu köşelerde veya yaşadıkları mekânların başköşelerinde büyük bir heyecan ve iftiharla saklamıştı veya sergilemişti.

Şimdiyse; Beşiktaş'ta bir mahalle arasında, eski kitaplar satan bir dükkânın önünde tanesi 50 kuruştan ‘satılık’ olarak eski fotoğraf meraklılarının beğenisine ve insafına sunuluyor; bir fotoğraf için bile ne hazin bir sondur bu.
"Şüphesiz yeryüzüne ve onun üzerindekilere biz varis olacağız" Kur'an Meali 19/40.

Tanesi 50 kuruşa alıcısını bekleyen 'kimsesiz' fotoğraflar...
Demek ki, insan için yaşadığı anı 'sonsuzlaştıramadıkça' mutluluk diye bir şey yok aslında bu alemde, olan 'akıbeti' unuttukça ortaya çıkan geçici 'sevinç' zamanları...
"Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir" Kur'an Meali 29/64.

O zaman ey aziz insan; ne için çırpınırsın, ne diye koşturursun bu kadar?

11 Mart 2015

Bir Vasiyet

Hacı Kemal (Kamil Kanatlı) TİRYAKİ: "Birbirinize mukayyet olun, birbirinize sahip olun, sarılın, devamlı iyiyi düşünün, iyiye, iyiye yönelin."

10 Mart 2015

'Garıp' Türküsünün Kısa Bir Hikâyesi

'Kanatlı' Tekirdağ'da...
Ekim 2002
Türkmenistan'dan Azerbaycan'a, İran'dan Anadolu'ya kadar Türklerin ortak aşk hikâyelerinden biri de Şahsenem ile Âşık Garip'in sevdasıdır. Tüm bu coğrafyadaki Türkmenler arasında bu aşk hikâyesinin farklı versiyonlarına rastlamak mümkün. Bizim Barakeli'nde de, yerel deyişle 'Senem ile Garıp'ın hikâyeleştirilmiş bir türküsü (Garip diye geçer) bulunmaktadır.
Garıp Kitabımızın Linki

Bir keresinde Babam, Şahsenem ile Âşık Garip hikâyesinin kısa bir Barak versiyonunu anlatmıştı:

"Senem Urum'a gitti
Garıp onun peşinden gitti,
Senem'i gezmeye;
'Gitme Garıp gitme yollar çamurdur
Garıp'ın yüreği taştan demirdir
Tibriz dediğin uzun bir yoldur
Söyle Hocam söyle Senem'i nerede gördün?'
Hoca da cevap verir:
'Garıp söylediğin sözler Hakk'a yaramaz
Sözünde durmayan adam olamaz
Elde güzel çoktur da bize yaramaz'"

'Garıp'a kim sadece bir uzun hava diyebilir ki? Upuzun bir yolun, sevdanın, sabrın, sebatın ve hasretin hikâyesidir Garip Türküsü... 

Barak Ovası'nda, antep fıstığının hasat zamanında zurna ile iyi bir Garip Türküsü icrası bu da. Bir sıcak yaz günü, masmavi göğün altında uzanan ve kızıla çalan Barak toprağının rengi, olgunlaşmış antep fıstıklarının kıpkızıllığına karışırken ve Şahan'ın zurnası 'Garıp, Garıp' inlerken... Bir köy mezarlığının yanıbaşında, garbıya doğru uzanan toprak bir yolda, Güneşin Barak Ovası’nı akşama terk ettiği bir vakitte ve kuş cıvıltıları eşliğinde, gitmelere dair bir ‘Garıp’ icrası bu da işte:

05 Mart 2015

Anadolu'da Sözlü Anlatım ve Karacaoğlan

Genel kabule göre, 17. yüzyılda yaşamış bir halk ozanıdır Karacaoğlan. Nerede ve nasıl yaşadığı konusunda muhtelif rivayet ve iddialar olmakla birlikte, genelde Anadolu'da yaşamış bir ozan olarak bilinmektedir. Ancak benim kanaatim odur ki, Karacaoğlan gerçek bir kişiden ziyade Anadolu Türkmen sözlü anlatım geleneğindeki bir 'anonim şahsiyet'tir. Aslında bu isimde bir ozanın yaşamış olması ve bazı eserler bırakmış olması kuvvetle muhtemel, fakat bu durum, Karacaoğlan ismi altındaki sözlü anlatım (şiir, mani, türkü...) eserlerinin illa tek bir şahsa ait olduğu manasına gelmeyebilir. Zira aynı anlama gelen ama değişik bölgelerde farklı dizelere sahip Karacaoğlan şiir ve manilerine bolca rastlamak da mümkün. Dolayısıyla Karacaoğlan'ın, Anadolu Türkmenleri arasında sözlü anlatım geleneğinin anonim bir figürüne dönüşmüş olabileceğine inanıyorum.
'Kanatlı' hiç duramazdı, hastayken bile
ne çok severdi yürümeyi ve dolaşmayı,
âdeta ilaçtı onun için... Tevafuk işte,
fotoğrafta şapkasının hemen ucunda
görülen o iki ağaçtan küçük olanın
gölgesinde yatıyor şimdi...

Barak Türkmenleri arasında da sözlü anlatım geleneği en önemli kültürel kaynaklardan biri olmuştur. Özellikle, başta Dedemoğlu'na atfen, sözlü olarak aktarılan çok sayıdaki şiir ve ağıt Barak Kültürü'nün en önemli örneklerindendir.

Babam bu sözlü anlatım geleneğinin, en başta türküler olmak üzere, tanıdığım en meraklılarından biriydi. Zaten mutlulukları bile bir hüzün kıvamında aktaran o Barak Havaları'nı söylemeyi de severdi; Döne Gelin, Garıp, Bey Velet, Ceren gibi pek çok Barak Havasını büyük bir tutkuyla söylerdi.

Yine yoğun bakımdan çıktığımız bir günde, 21 Nisan 2014, kendini pek de iyi hissetmediği bir anda, benden ses kaydı yapıp yapamayacağımı sormuş ve telefonuma birkaç dize ve mesel (hikâyeleştirilmiş ibret timsali olaylar) anlatmıştı.

Onlardan birisi de aşağıdaki Karacaoğlan şiiridir. Babam, bu eserlerin kaynağı olarak, bizim köyden, kökeni tam olarak bilinmeyen ama Suriye'den uzun zaman önce bizim köye geldiği söylenen, hayatının bir kısmını Babamın büyük amcalarının 'Barak Odaları'nda geçirmiş, anlatılanlara göre, ezberindeki ve duruma göre hemen uyarladığı şiir ve gazelleriyle meşhur, biraz da muzip bir 'garip' olan rahmetli 'Hafız' ile merhum 'Sâdın Emmi'yi (Sadun ÖYKE) söyledi. Hatta bu arada, onların bu konudaki bir sitemini de paylaşmıştı kayıtta. Rahmetli 'Hafız' dönemin gençlerine bu şiir ve mesellerle ilgili olarak: "Gelin alışın (öğrenin) şunları, bizimle beraber mezara gitmesin" demiş ama Babamın dediğine göre, pek 'kulak asan' (dinleyen) olmamış. Yine de şimdilik biz, bu temennilerine küçük bir katkı yapmış olalım, onları rahmetle yâd ederek...

"İnsanoğluyum dersin
Haramı, helali durmadan yersin
Yeme el malını er geç verirsin
Terazi mizan kurulur bir gün
Ne hoş olur da şu cennetin yapısı
Çok aradım da bulamadım kapısı
Benim korktuğum Sırat Köprüsü;
Cehennem üstüne kurulur bir gün"

Barak Ovası'ndaki Karacaoğlan türkü ve söylencelerine ilişkin en derli toplu çalışmalardan biri, Gaziantep Üniversitesi'nde 2010 yılında kabul edilmiş ve Levent Başarkanoğlu'na ait Nizip Efsaneleri isimli Yüksek Lisans Tezi'nde yer almaktadır. Söz konusu tezin Karacaoğlan ile ilgili sayfalarına aşağıda yer verilmiştir.
Karacaoğlan - Barak Ovası
Karacaoğlan - Barak Ovası
Karacaoğlan - Barak Ovası
Karacaoğlan - Barak Ovası
Karacaoğlan - Barak Ovası
Karacaoğlan - Barak Ovası
Karacaoğlan - Barak Ovası

04 Mart 2015

"Dedem damda yatmış, ağalık etmiş adam"

Bayram biraz da hasbihâl demek. 2004 yılının Kasım'ında bir Bayram günü, vakit ikindiyi geçmiş, artık akşama doğru. Rahmetli Dedemin 'Oda'sının önünde sandalyeler çekilmiş, Bayram ziyaretleri eşliğinde hâl hatır sormalar ve akabinde yine eski zamanlara dair sohbetler. Bu sefer başrolde, Barak'da gördüğüm en candan aşiret adamlarından, güzel insan Sinsileli (Soylu Köyü) merhum Halil GÜZEL Enişte var. Çoğu güzel adam gibi o da erkenden gitti, 2009 yılında. Mevzu, dinleyenlerde hep bir tebessüm, bazen de kahkaha uyandıran türden. Olayın esası; rahmetli Eniştemizin dedesinin, köyündeki çok varlıklı bir ağaya özenmesidir.

Bizim coğrafyanın yaz geceleri sıcak olur, bu nedenle insanlar geceyi açık havada, çoğu zaman evlerinin damında, geçirir. Geceyi damda geçirmek, eğer hava çok durgun değilse güzeldir de. Fakat damda gündüz güneşine doğrudan maruz kalmak ise hiç hoş değildir. Yaz günü kuvvetli yakar, bunaltır. Bu nedenle bazıları evlerinin damına gölgelik yaparlar ki, sabah güneşi rahatsız etmesin, güneş doğduktan sonra, bir süre daha açık havada yatabilsinler. İşte bu 'anekdot'ta, evinin damında gölgeliği olan varlıklı bir adama (Ragıp Ağa) öykünmeye çalışan bir ağa adayının bir hayli komik durumu 'Barak Ağzı' ile anlatılıyor. En iyi özeti, sözün başında merhum Halil Enişte yapıyor: "Dedem damda yatmış, ağalık etmiş adam!" 

Görüntünün sağ köşesindeki de rahmetli Babam...  

03 Mart 2015

Abdurrahman ALAGÖZ


Babam gibi O da Antepfıstığı ağaçlarına meftundu...
Meşum 'Samsun paketi' ile...
Anam Barak Ovası'nın meşhur bir köyündendir; Alagöz Köyü. Alagöz'den, bu dünyada tanıdığım en düzgün adamlardan birinin yeğeni olduğum için, buruk bir kıvanç duyarım. Zira o
da erken gidenlerden oldu. Daha 40'lı yaşlarında yakalandığı amansız bir hastalığın pençesinden kurtulamadı, 2001 yılının bir Güz günü o da Rabb'ine döndü.

Şu fani alemde, onun bir kişiyi kırdığına ne şahit oldum ne de duydum. Lakin, nedense hep bir durgun ve mahzun görünürdü Apo Dayı bana, tabiî bir de öylesine olgun ve yardımseverdi ki. Bu dünyada kadri ne kadar anlaşıldı bilemiyorum ama inşallah gittiği yerde mutlu olmuştur.

02 Mart 2015

"Sen Mallara Bakacaksın!"

Belki bazıları vefat etmiş bir babanın arkasından yakılan "ağıt" sanıyordur bütün bunları. Tam olarak öyle değil aslında, bir hakkın sahibine teslimi sayıyorum kendi adıma. Şunu da ilave edeyim yeri gelmişken; bu ülkede kaç baba oğulun ilişkisi çok iyi olmuştur ki? Hele ki taşrada! Bizimkisi için kötü veya mükemmel diyecek hâlim yok, ortalamaydı, herkesinki gibi işte; her konuda veya her şeyde elbette anlaşamazdık ama bu, bazı gerçekleri görmeme asla engel olmadı. "Kanatlı", benim bu dünyada gördüğüm en çalışkan ve ilkeli insanlardan biriydi, belki zirvesiydi. Çok okumak istemesine rağmen bu imkân eline geçmemişti. Eğer okuyabilseydi dünya çapında bir bilim insanı olabilirdi, buna yürekten inanıyorum. O kapasite, azim ve kararlılık hep vardı onda. Şahsen ben onunla hiçbir konuda aşık atamazdım. Zaten okumaya ve okutmaya hep meraklıydı. Örneğin doğru düzgün hiç okula gitmemesine rağmen dedemden Osmanlıca okumasını bile öğrenmişti. Ben, bu okutma azminin kendine bu imkânın verilmemesi kaynaklı olduğunu düşünürdüm hep.

İşte yine bir Bayram tatilinde, 2013 senesinin Ekim ayında "Barak Odamız"daki bir akşam muhabbetinde, çocukken okula gitmeyi ne kadar istediğini ama bu girişiminin nasıl gerçekleşmediğini ve kendisine: “Sen mallara bakacan!” denilerek engellendiğini, "Barak Ağzı"nın kendine has vurgulamalarıyla, böyle iştiyakla anlatmıştı.

01 Mart 2015

"Burası şirin olur yahu!"

Halil Tiryaki
(Fotoğraf: Meral Tiryaki)
Babamın sağlık sorunu 2010 yılının Eylül ayında iyice kendini belli edince, artık eski hareketliliği azalmıştı. Bu tarihten sonra köyde olduğu zamanları genellikle evin önündeki ağaç gölgeliklerinde gelen gidenle veya kendi kendine geçirir olmuştu. Bu hasbihâl vakitlerinin müdavimlerinden biri de, Köyümüzün 'efsane' şahsiyetlerinden merhume Hatın ve eşi rahmetli Sâdın Öyke'nin oğlu Mehmet Öyke'ydi. Güya okuma yazması olmayan Mehmet Öyke'nin geçmiş anekdot ve hadiseleri neredeyse birebire yakın ezberinde tutması, pek çok olaya şahitliği ve anlatma iştahı hayranlık vericidir. Babam da bu sebeple olacak ki, onun muhabbetini sever, sıklıkla yanına çağırırdı. Benim de hazır bulunduğum 2013 yılının bir Haziran günü, öğle vakti aralarında güzel bir sohbet gerçekleşmişti. Her zamanki gibi eskilerden konuşuyorlardı. Rahmetli Babamın büyük kuzenlerinden merhum Halil Amca'ya ikisinin de derin bir muhabbeti vardı. O anıldığında, yüzlerinde genelde buruk bir gülümseme belirirdi. İşte yine onun 'maceraları'nı anarlarken, Mehmet Öyke'den, biraz da bana hitaben, çok esaslı bir memleket yorumu gelmişti; "Bura şirin olur yav!"

Evet, mevzu, duygusal ve fuzuli bir nostalji çabası veya mesnetsiz bir yöre ve memleket güzellemesi değil güzel kardeşim. Bakınız, bu sözleri sarf eden okuma yazması olmadığı söylenen bir adam, feraset ve bilgelik diploma ile değil işte. Bizim eskiler topraklarına niye o kadar bağlıydı; 'Kanatlı'nın sohbet sırasında sallanan başı, eli ve “Hehiy!” deyişi o kadar iyi anlatıyor ki yaklaşımlarını, tabiî görebilenler ve duyumsayabilenler için.

Bu sefer Nisan 2014, yine aynı mekân, Mehmet Öyke ve 'Kanatlı' yine toprak üzerine söyleşiyorlar.
'Kanatlı': "Toprak satılmaz yav!"
Mehmet Öyke: "Aklı olan torpağını satmaz!"

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...