29 Kasım 2015

Hâtın

Seydimen'in efsane şahsiyetleri say denilse, bana göre Hâtın kesinlikle bunların arasında yer alır. Hem de ne efsane; kat kat olan o klasikleşmiş giyim tarzı mı, hep yaşamak zorunda kaldığı o izbe ve bakımsız mekânlar mı, pek kimsenin farkında olmadığı o muhakeme yeteneği mi? Nereden biliyorum; çocukluğumda, onun iştirak ettiği çok hasbıhâle tanıklık ettim de ondan. Ne gün yüzü görmemiş corlar (sözler) duydum ondan; "yalancı yüzü kara, küller başına 'fıhâra' (zavallı), ömerovun küllüğü başına" gibi daha nice ince hanekler, belleğimde kalabildiği kadarıyla...

Hâtın, 1983.
Anam ile arası çok iyiydi. Anam onun sırdaşı ve danışmanı gibiydi. Hatta bir keresinde bizim aile ile birlikte "içme"ye (şifalı suya) gittiği bile olmuştu. Normalde, birkaç güne kalmaz, "yukarı ev'"in arkasından bizim eve doğru, köyün adamları gibi elleri arkasına bağlı salına salına geldiğine şahit olurduk. Yaşı daha da ilerlediğinde, kendine dayak yaptığı kocaman bir sopayla yürürdü. Hep öne doğru eğik vaziyette, sallanarak yürürdü. Sanki hayatın tüm o ağır yüklerinden omuzları çöküp kamburunu çıkarmıştı âdeta. Sonraları iyice yaşlanıp yürürken zorlanmaya başlamasıyla birlikte, Köyün üst başında, "Mahâmmet Ağa"nın eski iki katlı kerpiç konağının altında bir köşede tek göz bir odada Sâdın Emmi ile yaşadığı yerden, bize gelirken yolda birkaç noktada mola verdiğini hep anlatırdı, nefes nefese bize vardığında. Fakat hiç kesmedi Anama bu ziyaretlerini. Velev ki civarda önemli bir hadise olsun, hemen yolda belirir, gelir Anamdan bilgi alır veya kendisi bir şeyler biliyorsa söyler ve konuyu analiz ederdi. Köyde hemen hiçbir şeyden geri kalmazdı, her şeyin içinde, o yaşına rağmen bulunurdu veya bulunmak isterdi. Zihni açık biriydi bence, ortamı ve gelişmeleri tartar ve ona göre tavır alırdı. Yaşadığı o ağır zorluklar ve güç koşullar bir tarafa, akıllı bir kadındı Hâtın. Köyde birbiriyle konuşmayanlar arasında birtakım zaruri haberleri getirir götürür, insanların arasını yapardı, bir nevi köyün gayri resmi ve gönüllü ulağı gibiydi.

Bir de, hayatımda ağaranı, özellikle süt ve yoğurdu, Hâtın kadar sevip onlarsız yapamayan az insan tanımışımdır. Zaten çoğu kişiye göre, uzun yaşının sırrı da bu süt ürünleriydi. Her ne kadar hemen herkesten; "Ben bildim bileli Hâtın böyle!" lafını işitmişsem de, esasında tam yaşı konusunda pek kimsenin bilgisi olmayan Hâtın'ın bize komşuluğu eskiye dayanırdı. Eskiden, bizim evin garbısında yine tek göz kerpiç bir yapıda kalırlardı. Çok küçükken bu evlerine ara ara gittiğimi hatırlıyorum, hatta o zamanlar bana "Bu benim oğlum!" derdi rahmetli, niyeyse ben de bu ilgiye meftun olacağım ki, arada bir giderdim evlerine, sofralarına otururdum.

Sanırım, hayatında, ona en büyük etki eden olaylardan biri, oğlu Kadir'i küçük yaşta kaybetmesiydi. Kadir, daha çocuk sayılacak yaşta, komşu Çiftlik Köyü'ne, galiba unluk buğdayları öğütmek için eşek ile değirmene gönderilmiş. Ancak köye dönüşü havanın kararmasına denk gelmiş. Zavallı çocuk, köye yaklaştığı sırada, karanlıkta, yakınından kalkan bir tilkinin çıkardığı sesten, artık ne zannettiyse çok korkmuş, yatağa düşmüş ve bir daha da toparlayamamış. Bir gün Hâtın, hasta yatan oğluna güzel bir yemek hazırlamış, fakat Kadir yememiş bu yemeği, yalnızca su istemiş anasından, Hâtın da, illa bu yemeği yesin ki iyi olsun diye oğluna; "Yemeğini yi ondan sonra su içersin!" diye diretince sanırım çocuk vazgeçmiş sonra, Kadir o gecenin sabahına vefat etmiş maalesef. Kaç kez ben de tanık oldum, Hâtın, ne zaman ağlayan bir bebek veya çocuk görse: "Acı su verin şu uşağa, su verin, su verin…" derdi, belli ki oğlunun o şekilde ölümü derinden yaralamıştı merhumeyi…

Gelelim bu fotoğrafın hikâyesine, 1983 yılı olmalı, biz ilkokula başladık o sene, okula fotoğrafçı geldi, tüm öğrenciler, Şenel öğretmen ile birlikte fotoğraf çektirdik. Daha sonra, öğretmen bizleri evlerimize yolladı ve köyün kadın ve kızlarını hep beraber fotoğraf çektirmek üzere okula çağırdı. Biz de evlere koşup büyüklerimize söylemiştik. Bizimkiler o gün ekmek yaptığından, Ganime ablam hariç, fotoğraf çektirmeye gidememişlerdi. Lakin Hâtın, bu çağrıyı nasılsa haber almış ve okula gelmiş. Sonradan Anamın anlattığına göre (Hâtın anlatmış kendisine), Hâtın'ın da fotoğraf çektirmeye gelmesi biraz şaşkınlık hasıl etmiş diğer bazı gelenler üzerinde. Bunu fark eden Hâtın; "Biyy anam, niye, benim neyim eksikmiş ovv!" diyerek kadraja en sağından girmiş tüm azametiyle, zira pek az böyle dik dururdu. İşin özü, ne de iyi etmiş rahmetli.

28 Kasım 2015

El Değirmeni

1992 yazı, evin önü, bir akşamüzeri, ailecek mercimek
çekiyoruz, 'Beriş' 'Paşa'nın omuzunda, Dedemin 
iğde ağacı hâlâ yerinde o zamanlar, altında emektar turuncu
Anadol arkada, o eski kırmızı teknenin (römork) yanında...
'El Dermeni', böyle derler bizim orada, iki büyükçe yontulmuş siyah taştan yapılma el değirmenine. Mercimek çekildiğini bizzat gördüm bu değirmenlerle, ama daha eskiden başka tahılları ufalamak için de kullanılırmış bu tarihi sayılabilecek alet. Belki de insanlığın ilk geliştirdiği gereçlerden biridir el değirmeni. İnsanlığın bu kadar uzun süre, ilk günkü biçimiyle kullandığı pek az alet olmalı. Tahıl öğütmek, her zaman en önemli faaliyetlerinden ve gıda ihtiyaçlarından biri olmuş insanoğlunun. Neticede öğütülmüş tahıl, her şekilde daha kullanışlı bütün olanına göre.

Kırmızı mercimek, bir zamanlar Barakeli'nde yetişen en önemli tahıllardan biriydi. Hem kıymeti hem de daha çok para etmesi bakımından çiftçinin bel kemiği gibiydi, antepfıstığından sonra. En azından bizimkiler için öyleydi. Bakımı ve hasadı arpa ve buğdaya göre daha meşakkatliydi, ama hem verimi hem de fiyatı da ona göreydi, gayet iyiydi. Sadece ticari olarak değil, hane tüketimi için de önemliydi. Tabiî, öncelikle iyi ve kaliteli bir mercimek olmalıydı hane için kullanılacak olan mercimek. Bu, her zaman kendi yetiştirdiğiniz ürün olmayabilirdi, tohum, hava, tarla ve sair koşullar sebebiyle herkesin mercimeği aynı kalitede olmazdı. Gerekirse başkası ile değiş-tokuş yapılabilirdi veya satın alınabilirdi hane için ayrılacak mercimek. Sonrasında güzelce yıkanır ve kurutulurdu bu mercimekler. Akabinde içindeki taş ve ot tohumu gibi yabancı maddeler ayıklanırdı (şeçilirdi). Bir sonraki aşama, yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü üzere, el değirmeni ile bu mercimeklerin dövülmesiydi (çekilmesiydi). Birisi değirmenin üst taşına monte edilmiş bir tahta sap yardımıyla bu üst kısmı çevirirken, bir diğer kişi de, üstteki taşın, alttaki taşın üzerinden kayıp düşmemesi için, ortasından alttaki taşa takılı olan koruyucu kısa bir ahşap sopanın da bulunduğu delikten, ara ara ezilecek mercimekleri bırakırdı iki taşın arasına. Elbette bu iki işi aynı anda tek kişi de yapabilir, biraz daha yorucu olmakla birlikte. Böylece mercimek çekilirdi. Nihai aşama, çekilen mercimeklerin savrulmasıdır. Zira kırmızı mercimeğin dışında grimsi, morumsu ve kahverengimsi, kendine has bir kabuk bulunur. Savrulan dövülmüş mercimeklerin zaten öğütülmüş kabukları, rüzgârın da yardımıyla, iyice ayıklanmış ve kullanıma hazır hâle gelmiş olur.

24 Kasım 2015

Müslüm Hoca

1970'li yılların sonu, Müslüm Hoca ve talebeleri, bizim
aileden tam dört kişi var burada; Güher ve Ganime
ablalarım, Tercan ve Mahmut ağabeylerim...
Ben yetişemedim ona, ama "Seydimen'in bir kuşağının neredeyse tamamına, Balaban Köyü İlkokulu'nda, öğretmenlik yaptı" denilse, yeridir hani. Sadece öğrencilerine mi? Köyde kaç yetişkini defter ve kalem ile tanıştırdı, Allah bilir. Yalnızca eğitim mi? Ahali için bir öğretmenin çok ötesine geçmişti, eli türlü işe yatkın Müslüm Hoca. Bizim o eski kerpiç evin önündeki beton sekiyi Müslüm Hoca'nın o güç koşullarda yaptığı, hâlâ bir minnet duygusu ile anlatılır mesela. Anadolu'nun kara bahtını bir nebze ışıldatan tüm öğretmenler, o güç şartlarda giriştikleri bu yüce görev nedeniyle ne kadar hürmetle yâd edilse azdır sanırım. Onlar her zaman herkes üzerinde başarılı olamamış olabilirler, imkânları ve donanımları eksik kalmış olabilir, ama umudun canlı birer delili ve parıltısı olarak, çorak toprakların en azından bazı çocuklarına tam bir fener oldular. Bugün dahi Müslüm Hoca gibi özverili öğretmenler, çıkışın, ancak dünyada herkes ile her alanda rekabet edebilecek genç nesillere, sağlam bir eğitim ile mümkün olduğunun açık birer kanıtı gibidir.

Başka çare yok; öğrenip öğretip üreteceğiz, mümkünse yeni şeyler.

Belki ileride mevzu ve mesele daha net anlaşılacak ama köy okullarının kapatılması bu ülke ve toplum için hiç iyi olmamıştır. Zira köy öğretmenleri, sadece öğretmenlik yapmaları bile ziyadesiyle kafi olmakla birlikte, yalnızca birer öğretmen değildi işte orada yaşayanlar için... 

16 Kasım 2015

"Tiryaki oğlu Tiryaki"

Barak Kitapları
"Neyin tiryakisisiniz?", bu soruya muhatap olmayanımız yoktur sanırım. Rivayet odur ki, işin aslı kahveye dayanıyormuş. Büyük büyük dedemiz bir gün bir davete katılmış. Yemekler yenilmiş, hasbihâller edilmiş, bir ara, hane sahibi acı kahve ikram etmiş misafirlerine. Yalnız bu kahve, daha önceden kavrulup pişirilirken, köy yer tabiî, kahve çekirdeklerinin arasına bir veya birkaç arpa tanesi karışmış.

Davetin dağılma vakti gelince, herkes ayağa kalmış, lakin bizim büyük büyük dede ayağa kalkarken hafif bir sendelemiş şöyle. Bunu görenler: "Hâyırdır, ne oldu ağa?" diye hemen atılmışlar. Ceddimiz lafı çakmış: "Yemsedik!" (Kahvenin içindeki arpa tadını aldığını, arpanın bir hayvan yemi olduğunu ve bunun kendilerine ikram edildiğini ima ediyor). Hane sahibi, kahveye arpa tanesi karıştığını biliyor olacak ki; "Abovvv, 'Tiryaki oğlu Tiryaki'mişsin eâğam, fark ettin arpa tanesini yomm! (veya yurum (yorum), Barak'ta sözün başında veya sonunda söylenebilen bir hitap kelimesi)" demiş. O günden sonra, bizim büyük büyük dedenin adı olmuş mu Tiryaki Ağa.
Dedem Hacı Mahmut'un babası 'Hüfney' (Hanifi) Ağa'nın
kerpiç konağının son durumu...

Gerçek olma ihtimali daha yüksek kabul edilen başka bir rivayete göre ise, bu bir davetten ziyade bizim büyük büyük dedeyi tongaya düşürme teşebbüsü imiş. Kahveden çok iyi anladığı, her kahveyi beğenmediği yönünde bir kanaat varmış etrafta onun hakkında. Dolayısıyla, onu test etmek için arpa bilinçli olarak katılmış kahveye. Yine bizim büyük büyük dede sendeleyerek ayağa kalktığında; "arpaladık!" demiş meseleyi anladığını beyan kabilinden...

Barak'ın sözlü kültüründe önemli yer tutan göç ve iskân hikâyelerinde de, Tiryaki isimli bir oğuldan bahsedilmektedir. Barakların sürekli Osmanlı Devleti ile sorun yaşaması ve Anadolu'da oradan oraya sürgün edilmesi üzerine, o dönem boyun ileri gelenlerinden Feriz Bey, ya Osmanlı Devleti ile uzlaşılması ya da tekrar Horasan'a dönülmesini ister. Bunun için tüm boyun (aşiretin) ileri gelenleri bir araya toplanır. İşte o toplantıda, Tiryakioğlu'nun hem Türkistan'a geri dönülmesine hem de vergi salınmasına karşı çıktığı şu dizelerle anlatılır;

"...

Tiryakioğlum der ki
Dünyaya geldim bir daha gelmem
Yaradan'dan başka kimseyi bilmem
Ölürüm de bir çoban gene vermem
Al kanı çöllere saçalım
..."

Nohu'dan (Ayyıldız) Adil Emmi de güzel söylemiş bu Tiryakioğlu türküsünü:

"Odasında ağır kahve kaynıyor
Avlusunda Arap atı oynuyor
Ânneze'den Vali'nin Bey'ini adam saymıyor
Yummalar bağrışır derler ki
Gelsin çöllerin aslanı Koç Tiryakioğlu Kelağa

Çöllerde gene toğsuz aslan gibi yatardı
Cıdanın başında da alır satardı
Ânneze'den Tali'ye Vallah yeterdi
Yummalar bağrışır derler ki
Gelsin çöllerin aslanı Koç Tiryakioğlu Kelağa

Anamdan doğdum bir daha doğmam
Yaradan'dan başka kimseyi bilmem
Bir çoban deseler gene vermem
Çöllere al kızıl kanı saçalım dedi
Koç Tiryakioğlu Kelağa"

14 Kasım 2015

'Âmmel Gok!'

1990'lı yılların sonu, Tercan Ağabeyim öndeki, merhum
'Möhümmet' Emmi'nin (Mehmet Turak) yaptırdığı,
sonra Gaziantep'e göçünce (taşınınca) Mehmet 
Öyke'ye (Taha Uşağı) devrettiği, arkadaki toprak
sıvalı evin damından üç adet çörten sarkıyor misal.
"Çocukluğumuzun en eğlenceli hem oyunu hem de etkinliğiydi" desem, abartı olmaz sanırım. Bir de olaya 'yağmur duası' havası katılırdı ki, pek öyle değildi bence. O günün koşullarında, çocuklar için, olayın içine doğrudan dâhil oldukları eğlenceli bir şamataydı aslında 'Âmmel Gok'.

Köyün ilkokula giden akranları, özellikle sonbahar ve kış geceleri, yağmur yağmamasını da bahane ederek, geleneksel ve eğlenceli bir etkinlik yapardı. Önce birisi evinden 'küfte' (çiğköftenin etsiz ve tereyağı ile yapılanı) leğeni getirirdi. Sonra köydeki çocuklar çağrılır ve topluca köydeki evler kapı kapı dolaşılırdı. Köyün içinde topluca dolaşırken hep bir ağızdan; "Âmmel gok gok, Vermeyenin çörteni yok yok, Çömçeli (büyük tahta kepçe) gelin yağ ister, Allah'tan rahmet (yağmur) ister ..." şeklindeki mani bağırarak söylenirdi. 'Âmmel Gok'un ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikrim yok. Çörten, kerpiç evlerin damında yer alan, çıkıntı şeklinde ve genelde tenekeden yapılan yağmur suyu yoludur. Yüksek sesle köyü çınlatan bu mani, yağmur yağması için bu etkinliğin yapıldığını ve gelenlere bir şey verilmesinin talep edildiğini bildirirdi. Bunlar da, çoğunlukla, 'simit' dediğimiz köftelik ince bulgur, salça, tereyağı ve sair malzemeler olurdu. Her gittiğimiz evden, en az bunlardan biri istenirdi, üst limit yoktu gerçi, verilen yenebilir her şeye açıktık aslında. Bazen cömert davranıp daha farklı şeyler verenler de olurdu. Bazısı da arada karanlıkta karıştırır, pilavlık kalın bulgur verirdi ki, müstakbel 'küfte'mizi mahvederdi bu. Kimi hane sahipleri ise muziplik yapar, kapıya gelenlerin üzerine su atardı bazen, bu da işin eğlenceli kısmıydı. Kimse kapıyı açmaz veya bir şey vermezse, uşak (çocuklar) taşlarla evin çörtenlerine girişirdi. Malzemeler toplandıktan sonra, ya bu gıda maddeleri köyün bir fakirinin evine hediye olarak verilir ya da 'küfte'yi yoğuracak birisi aranırdı. 'Küfte' yoğurma konusunda mahir birine yoğrultulan 'küfte', topak topak ('küfte'nin avuç içi sıkımlarına denir) hep beraber yenilirdi. Şimdi dönüp geçmişe baktığımda, pek 'yağmur duası' anlamı yok dedim, ama 'Âmmel Gok' oynadığımız gecenin sabahına gözümüz de gökyüzünde olurdu; "acaba yağmur yağar mı?" diye, işin ilginci bazen yağardı ya.

Konuya ilişkin olarak Gaziantep Üniversitesi'nde 2010 yılında kabul edilmiş ve Levent Başarkanoğlu'na ait Nizip Efsaneleri isimli Yüksek Lisans Tezi'nde ilginç bir anekdot yer almaktadır, ilgili sayfalara aşağıda yer verilmiştir.
Çömçeli Gelin - "Âmmel Gok"

13 Kasım 2015

Kültüvator

1980'lerin sonu, bizim evin önü, Anam kurutmalık patlıcanları
oyuyor çamların gölgesinde, arkada kültüvator koşulu
traktörümüzle 'Kanatlı' da işten (çütten) gelmiş demek ki...
'Kanatlı' pulluğa böyle derdi; "kültüvator". Normal traktörler (motor denir bizde) için dokuz bacaklı pulluk kullanıldığından dokuzlu da denir. Daha güçlü traktörler ise onbir bacaklı pulluk kullanır ki, buna da onbirli denilir. Köye son gitmelerimde, antepfıstığı ağaçlarının altını daha iyi sürülebilsin (çüt (çift) sürmek) diye, bu pullukların özellikle sağ kenarlarına daha ince portatif bacaklar ilave ettiklerini görmüştüm. Böylece, ağaçların altının daha geniş ve iyi sürülmesi sağlanacak ve çapalanacak (bellemek derler bizimkiler) daha az alan kalmış olacaktır. Zaman da ekipmanlar da değişir hâliyle. Fakat bu kültüvatorlar, oldum olası bizim Barak Ovası'ndaki ziraatın bel kemiği hâcatlarından (ekipman) biri olagelmiştir. Bağ, bostan ve fıstık bahçeleri zaten kültüvatorla sürülür, ama sadece buralar değil. Yakıttan tasarruf etmek için, eğer o sene yağış ve toprak imkân veriyorsa, tahıl için bile kültüvator çifti olur. Zira kültüvator bir seferde, disk, üçlü, dörtlü ve beşli gibi daha ufak pulluklara göre, daha fazla alanı sürer. Buna karşılık, diğer daha az bacaklı pulluklara göre daha yüzeyden gider, fazla derine batmaz ve toprağı daha az havalandırıp karıştırır, normal olarak verimi de etkiler bu sürüm biçimi. Yine tahıl tohumları bider olarak toprağa ekilmeden önce, her halükârda toprağı gevşetip düzleştirmek için, tarla, kültüvator ve onun arkasına bağlanacak bir tapan (düz, uzun ve ağır demir parçası) ile bir kez daha sürülüp 'tesviye' edilir. Kısacası son derece kullanışlı ve gerekli bir alettir kültüvator.

Lakin bu kültüvatorun derdi de bitmez. Hele ki bizimki gibi, kıraç toprağın bol olduğu bir bölgede. Hassas bir alettir esasında. Her bacağa iki büyük demir yay yardımıyla esneklik sağlanmıştır. Fakat bacaklar zorlandığı zaman yaylar yerinden çıkabilir, kırılabilir de. Bacakların ucunda toprağa saplanan, arada keskinleştirilmesi veya değiştirilmesi de gereken, kalın demirden sürüm bıçakları vardır. Çift (çüt) sürülürken büyük taşlar gibi sert cisimler bu bıçakları veya cıvatalarını sökebilir veya kırabilir. Sürüm sırasında, traktörle ani ve sert hareketler olursa, traktörün pulluğu tutan kolları veya onlara destek olan metal parçalar kırılabilir. Sürülen yer fazla otlu ise, otlar sürüm sırasında bacaklarının önüne yığılıp hem traktörü hem de kültüvatoru zorlayabilir ve çifti engelleyebilir. 'Kanatlı' ile çok maceralı 'çüt' deneyimlerimiz oldu geçmişte. 'Kanatlı' söylenerek rahatlayan bir insandı. O kültüvatorların yayları, bıçakları, cıvataları, traktöre monte olmasına yarayan 'depekol'u ve daha bilmem ne aksamları ne gün yüzü görmemiş 'sözler' işitmiştir ondan. Haksız da değildi hani, demir bir ekipman da bu kadar sıkıntı çıkarır mı arkadaş!

Her şeye rağmen, kültüvator Barak Ovası'ndaki çiftçiliğin esas belirleyicisi gibidir. Bakımı, 'çüt'e hazırlanması, ayarının yapılması, toprağa batırılma düzeyi hep önemli konulardır. Şahsen, Barak Ovası'nda bir çiftçinin maharetinin, kültüvator ile yetişkin ve sık antepfıstığı ağaçlarını kendine, traktöre ve ağaçlara zarar vermeden iyi şekilde sürebilmesiyle ölçülmesi gerektiği kanaatindeyim. Gerisi lafı güzaf. Günümüz koşullarında Barak'ta, iyi bir ziraatçı, ağaçlara ve dallarına zarar vermeden, hızlı ve etkin bir şekilde fıstık bahçelerini süren adamdır arkadaş, o kadar!

Hâlihazırda kullanılan kültüvatorumuz...
(Fotoğraf: İlker TİRYAKİ)
'Kanatlı' da çok önem verirdi 'çüt'e. Tuncer Ağabeyimi onun yanında kıymetli yapan şeylerin başında, şoförlük meziyeti iyi olan 'edem'in (abi) antepfıstığı bahçelerini kültüvator ile gayet başarılı şekilde sürebilmesi gelirdi. 'Kanatlı', beygir sabanı ile çift sürmüş eski kuşaktan, emek yoğun yöntemlerin ziraatçısıydı. Yeni yöntem ve aletler hususunda çok meraklıydı, ama bu ekipmanlara uyumda ve bunları kullanabilmeye ayak uydurma konusunda bazen zorlanabiliyordu.

Vefatından bir müddet sonra rüyama girdi 'Kanatlı'. Bir an, dedi ki; "Alper (torunu), acı (söze başlarken bir hitap ifadesidir Barak'ta) 'Hönnüsü'nün depesini iki demir daha sürsün!". Hönnüsü, dedemden kalan ancak 'Kanatlı'yı çok uğraştırmış, bir kısım toprağı 'boz yer' (beyaz toprak) olan ve bazı ağaçları fazla gelişmeyen bir fıstık bahçesinin ailemiz içindeki adıdır. Hönnüsü aslında sert kabuklu bir üzüm adıdır Barak'ta, ama o fıstık bahçesinde eskiden hönnüsü üzüm tiyekleri (bağları) olduğundan fıstıklığın adı öyle kaldı. Demir ise yerel deyimle sürme adedine işaret eder. Antepfıstığı bahçeleri yılda ortalama 7-8 kez sürülür. Her sürme aynı yönde olmaz; bir sefer tarla boyuna sürüldüyse, ikincisinde enine, hatta bazen çaprazlamasına (gırdımına) da sürülür. Bu her bir çift bir demir sürme şeklinde nitelenir. İki demir sürme, genelde bir enlemesine bir de boylamasına anlamına gelmektedir. Sabahına Ağabeyimi aradım ve 'Kanatlı' böyle diyor dedim. "Dün" dedi 'edey' (abi) yutkunarak ve sonra ilave etti sesi titreyerek: "Hönnüsü'yü bir demir sürdüm, sonra tarlanın tepesine doğru şöyle bir baktım, iyi oldu diye içimden geçirmiştim, o malum oldu demek ki!" dedi.

Ya İlker kardeş, işte böyle, 'Kanatlı' sanki hâlâ izliyor bizi...

12 Kasım 2015

Hılle

1970'li yıllar, yine bizim o eski kerpiç evin önü,
Anam diyor ki: "Ben döşek dikiydim.
O (Essüm (Esma) Ninem) geldi ve dedi ki:
"Ben de şuraya oturiym da fasulye ayıkliym!"."
Essüm (Esma) ninemin bakırdan bir 'hılle'si (leğen (teşt) biçiminde kocaman bir kazan, 'Halle' de denir) vardı. Hâlâ da kullanılır bu. Hâyır olsun diye umumun kullanımına vakfetmişti rahmetli. Komşu köylerden bile gelip götürürlerdi bu hılleyi. Çocukluğumda, buğday hasadından sonra, önce bulgur için 'hedik' kaynatılırdı hılleyle, sonra domates salçası için ezilen domatesler ve güz başında da üzüm şırası ('şire' der bizimkiler). Önce domates salçası hazır olarak alınmaya başlandı. Sonra bulgur da toptancılardan satın alınır oldu. Kaldı geriye pekmez başta olmak üzere, şıra yapımı. Şimdilerde büyük oranda şıra kaynatmak için kullanılır bu hılle.

Şıra işi ince, zahmetli ama neticesi kıymetli bir uğraştır. Anam, genelde en sona bırakır mevcut işler arasında şıra yapmayı. Her türlü yaban ve hasat işi bittikten sonra, salim kafayla girmek ister şıra işine. Bu nedenle, Eylül ayına kalır bizde şıra yapımı. Gerçi günümüzde pek kurutmak için yetiştirilmiyor, ama esasında kurutmalık üzümler yaz ortası kesilir. Daha sonra şıra yapmak ve güz boyu hane tüketimi için bir miktar üzüm 'tiyek'lerde (üzüm bağları) bırakılır. İşte bu kalan üzümler, öncelikle kesilip eve getirilir sepetlerle şıra yapmak için. Sonra bu üzümler 'curun'a (dikdörtgen şeklinde ve yerden hafif yüksekçe çok küçük havuz) atılır. Curunlar genelde hafif eğimli olur, amaç, içine konulan üzüm gibi şeylerin suyunun kendi hâlinde bile tabandan havuzun dışına döküleceği boruya doğru gidebilmesidir. Fakat bu üzüm suyu çıkarma işi ince bir iştir. Öyle harala gürele üzümleri curunun içinde tepelemeye başlarsanız, bir süre sonra, üzüm suları, çeltikler, ezilmemiş üzüm taneleri hepsi birbirine girer, vıcık vıcık bir görüntü oluşur. Üzümler kısmen ziyan olabilir de. Bunun için, curunun yüksek olan uç tarafından, ayaklar birbirinden ayrılmadan bitişik şekilde, yavaş ama seri minik adımlarla üzümlerin tepelenmesi gerekir. Yan yana adımlarla curunun kısa olan enine doğru hareket edilir. Önce bir ayak boyu mesafe enlemesine tepelenir, sonra hemen bir ayak boyu daha ilerisi enlemesine olarak, sıralı şekilde düzen bozulmadan tepelenir. Böylece, üzümlerin dengeli bir şekilde, ortalık vıcık vıcık olmadan ezilmesi ve üzümlerin zayi olmaması sağlanır. En son, curunun içindeki tüm üzümlerin tepelenip ezilmesi akabinde, kalan sulu üzüm posalarının patates veya soğan çuvalı gibi iri gözenekli bir çuvalın içine konularak, kısım kısım son kez sıktırılıp curunun dışına atılması sağlanır.

Solmaz yenge o hılle ile pekmez kaynatıyor.
'Şire'nin 'kef'ini (köpüğünü) alırken...
(Fotoğraf: Yılmaz TİRYAKİ)
Üzümler tepelenmeden önce üzerine beyaz toprak atılır. Bu nedenle, curunun aşağı eğimli tarafındaki borusundan akan üzüm suyu bulanık olur. Ancak bu önemli değildir, şıra yapımı için gerekli olan bu toprak hıllede kaynarken dibe çöker. Misal, pekmez güneşte olgunlaşmaya bırakılmak üzere, ilk 'aşım'dan (kaynatımdan) sonra daha küçük kaplara alınırken, dipteki bu toprak, üzüm çekirdekleri gibi diğer kalıntılarla beraber süzülmüş olur. Ortaya kahverengi, ayna gibi üzüm şırası çıkar. Eğer gün pekmezi yapılacaksa, bu şıra damlarda daha küçük kaplara konularak güneşin altında bırakılır. Böylece güneşin sıcağında olgunlaşan şıra, giderek katılaşarak kendi hâlinde pekmeze dönüşür. Arada karıştırılıp çok sayıdaki kaplar arası aktarım da yapılır tabiî. Eğer, gün pekmezi değil de, şıra kaynatılmaya devam edilerek, koyulaştırılıp pekmez yapılacaksa, toprağı süzülen şıra tekrar hılleye atılır. Eğer pekmez dışında, bastık, dilme ve sucuk gibi pestil türleri yapılacaksa, kaynayan şıraya, bir kenarda likit hâle getirilen nişasta ('nişe' denir) atılır. Aman dikkat! Nişastayı doğrudan kaynayan hılleye atarsanız, şıra mahvolabilir. Nişastaların sıcak şıranın içinde topak topak kalması, pek arzu edilen bir şey değildir. Neticede, şıra yapımı tek bir ailenin kendi başına kolaylıkla yapabileceği işlerden değildir. Genelde imece usulüyle konu komşuyla birlikte yapılır.

Bir de anam, arada hıllede kaynayan şırayı karıştırmak için, bizimkilerin 'sütleğen' dedikleri güzel kokulu ve sarı çiçekli bir ot kullanırdı, hoş bir aroma katsın diye.

11 Kasım 2015

Peryavşan

1990'lı yıllar, yaz günü, bizim evin eşiği, bir torunu ile 
görülen Meryem ninem, hep olduğu gibi, yine iş başında...
'Kanatlı'nın kayın validesi olmakla birlikte, şu dünyada ona karakter bakımından en çok benzettiğim kişilerden biri Meyro ninemdi, rahmetli. Ne çalışkan, ne tutumlu bir kadındı Meryem ninem. Bazen kısa süreli de olsa bizde kalırdı, özellikle yazları. O kısa süre içerisinde koca evde ne kadar sökülecek, biçilecek ve dikilecek şey varsa elden geçirirdi tez zamanda. Âdeta iş için yaratılmıştı. Hiç boş durmaz, otururken bile bir şeylerle ilgilenirdi. Kendine bir uğraş bulmak için sürekli didinirdi sanki. Hiç olmadı, evde atıl duran bez parçalarını ayrıştırır ve akabinde bunları birbirine yamayarak çuval dikerdi. Kaç yıl, antep fıstığı hasadı için onun diktiği çadır ve bendekleri (büyük çuval) kullandık. O yaşına rağmen, tıpkı 'Kanatlı' gibi, hiç azmini ve enerjisini kaybetmezdi. Sakin bir mizacı vardı, benim gördüğüm kadarıyla. Kızdığında bile sesini çok yükseltmez gibi gelirdi bana. Bu koca çınarın yorgun bünyesi, çok sevdiği ortanca oğlunun erken vefatıyla yıkıldı âdeta, zaten ondan sonra da fazla yaşamadı merhume.

Peryavşan, eskiden beri bizim evin doğal bir ilacı olmuştur. Antep fıstığı ağacının sakızı, sarıyağ, zeytinyağı ve peryavşan en önemli doğal "tıbbi" malzemelerimizdi hatırladığım kadarıyla köyde. Birisinde kırgınlık mı var, hafif bir rahatsızlık mı beliriyor; hemen bu "doğal ilaçlar" gündeme gelirdi. Bilhassa mide ve hazmetmek ile alakalı meselelerde, her daim başvurulan "doğal ilaç" peryavşandı. Esasında bu peryavşan "tıbbı"nın piri Meyro ninemdi. Peryavşan, özellikle Barakeli'nin tarım yapılmayan mera kabilinden arazilerinde bolca bulunan grimsi yeşillikteki bodur bir ottur. Genelde kurutulup ufalanır ve o şekilde yutulur. Aslında hoş bir kokusu olmasına rağmen tadı çok acıdır. Öyle sıcak suya katılacak veya çiğnenecek bir bitki değildir. Fakat Meryem ninem peryavşanın hapını imal etmişti. Yalnız bu hapa biz "peryavşan hapı" diyorduk ama ninem başka otlar da kullanıyordu bu hapı yapmak için. Bunları kaynatır, güneşte kurutur ve en son, yutulacak şekilde elle küçük yuvarlak taneler hâline getirirdi. Ninem çok faydasını gördüğünü söylerdi ve çevremde çok kişi kullandı bu hapları. Ben de test ettim açıkçası. Şimdilerde Zeliha (Zılhâ) teyzem yapar bu "peryavşan hapı"ndan, sağ olsun, arada ben de nasipleniyorum bu mamullerden.
Kurutulmuş Peryavşan
"Peryavşan Hapı"

10 Kasım 2015

"Fırgelding iğde!"

Merhume Ganime Tiryaki'den, 2004 Kasım'ında, geçmiş zamana dair çok sevindiği bir rüya bahsi ile babası 'Hüfney Mâhemmet'in (Hanifi Ağa oğlu Mehmet Tiryaki) gerçekleşmeyen bir ev projesi ve meşhur bahçesinin anlatımı; "Fırgelding (her taraf) iğde!"...
1950'li yılların Seydimen'i,
Süleyman Tiryaki'nin
kızları...
(Fotoğraf: Fevzi Tiryaki)
1950'li yılların Seydimen'i,
en sağdaki rahmetli
Ganime Tiryaki...
(Fotoğraf: Fevzi Tiryaki)

09 Kasım 2015

Şirincelik

1990 yazının sonu, Tuncer Ağabeyimin düğün günü, bizim evin
önü, fotoğrafı çeken kuvvetle muhtemel rahmetli Abdurrahman
Dayım, güzel bir an yakalamış, bazı gözler damda, kimler yok
ki bu fotoğrafta; solda, eli belinde ve yüzünün yarısı gözüken
merhum Müho Emmi (Muhittin Tiryakioğlu) misal...
Bana göre, hem vesile olduğu olay hem de nitelediği durum itibarıyla, Barak'ın en tatlı, hoş ve ince âdetlerinden biridir; 'şirincelik'. Kız istendikten sonra, her yerde olduğu gibi, Barak'ta da, "Bunun adını koyalım!" beklentisi gündeme gelir. Şimdilerde olay daha çok nişanı andırıyor ama eskiden 'söz kesmek' diye bir tabir kullanılırdı nişan öncesinde ekseriyetle. Erkek tarafı, 'kızı alma'nın mutluluğu ve bonkörlüğü kabilinden, kendi ve kız tarafının yakın çevresine tatlı yedirir bu 'söz kesme' merasimi sırasında. İşte tatlı ve meyvelerin ikram edildiği bu kısa törene 'şirincelik' denir Barakeli'nde. Siz tatlı dediğime bakmayın, bizim oralarda tatlı baklava demektir. Gayrısı ne tatlıdan sayılır ne de yüzüne bakılır bu tür günlerde genelde. Tepsi tepsi baklava sipariş edilir Gaziantep'ten 'şirincelik' için. Baklavanın kalitesi de önemlidir, iyi bir marka baklava olmalıdır. Öyle ucuz yollu baklava 'âyipcelik' (ayıp) sayılır. Çocukken, gayet anlaşılır olduğu üzere, en sevdiğimiz olaylardan biriydi bu 'şirincelik' merasimi. Allahım, ne günlerdi, 1980'lerdi yine, hiç unutmam! İsmet Amcamın büyük oğlu Caner abinin bir 'şirincelik'i olmuştu mesela, 'Urumevlek' köyüne gitmiştik bir otobüse doluşup, akranlarımızla hayatımızda hiç o kadar baklava yememiştik sanırım o güne kadar.

Barakeli'nde köy düğünlerinin ilk nişanesi, erkek tarafının evinin damına, türküler ve zılgıtlar eşliğinde gerçekleştirilen küçük bir bayrak asma 'seremoni'sidir. Her ne kadar bu bayrak ve direği, müstakbel düğünün habercisi ve mekânının işareti gibidir, ama bu merasim köyün düğün havasına bürünmesine de neden olur. Artık daha az yapılır oldu bu tür ananeler, fakat belki bu 'bayrak töreni'nin bir amacı da ahaliyi 'imece'ye çağırmaktı bir yönüyle. Herkes hazırlığını görürdü. Zira üç günlük düğün, yükün neredeyse tamamı düğün sahibine ait olmakla birlikte, yalnızca bir evin kendi olanaklarıyla altından kalkılacak bir durum değildi. 'Bayrak dikme' töreni daha önce yapılmakla birlikte (bazen düğünün başladığı günde de bayrak dikilirdi), düğünler, sıklıkla Cuma günü öğleden sonra başlardı. O Cuma akşamı ve gecesi, Cumartesi günü ve gecesi ile Pazar öğleye kadar davul ve zurna hiç susmaz, yemekler yenir, içilir, oyunlar, türküler ve halaylar kesilmezdi. Pazar öğleye doğru gelin almaya gidilir ve gelin eve geldikten sonra da büyük bir nihai yemek verilir ve 'şabaş'a (bir nevi takı merasimi) geçilirdi. Yemekten sonra herkesin topluca bulunduğu bir yerde, davul ve zurnayı çalan aşiretin abdallarının en kıdemlisi, kimin ne verdiğini veya hangi takıyı getirdiğini, "şabaş, şabaş, şabaş!" diyerek ve bazen de hoplayıp zıplayarak herkesin duyacağı bir sesle ilan ederdi.

Düğünün son günü gelin eve girerken, Barakeli'nin bir diğer tatlı âdeti daha yaşanırdı. Gelinin ve hazırdakilerin üzerine, eve girerken damdan şeker atılırdı. İşte bu fotoğraf da, o tatlı curcuna anlarından bir tanesini yakalamış.

08 Kasım 2015

Sulukluk

Fotoğraf: Cahit TANYOL, Baraklarda Örf ve Âdet 
Araştırmaları, Sosyoloji Dergisi, 9. Sayı, 1954, Sf. 91.
Günümüzde yıkanmak yerine genelde 'banyo yapmak' veya 'duş almak' gibi yabancı dil kökenli ifadeler kullanılır. Çocukluğumun başlarında, hayal meyal hatırlıyorum 'sulukluk'ta çimmeyi. Her tarafın kerpiç yapı olduğu bir zamanda, insanlar başka nasıl yıkanabilirdi ki? Bunun için ocaklıklar yine kurtarıcı olmuşlar o kerpiç dünyada. Eski kerpiç evimizin yanında, yine dedem ve ninemden kalma o eski ocaklığın bir köşesinde, ocakların ve bacanın hemen arkasına, tabanı taş ve betondan, duvarları kerpiç, penceresiz, karanlık, küçük bir göz odacık vardı. 'Sulukluk' diye anılırdı burası, o zamanlar 'çimmek' de yıkanmak yerine kullanılırdı tabiî ki. Ocaklıkta yanan ocaklar hem su hem de 'sulukluk'u ısıtırdı.

Bir süre sonra eskiyip yıkıldı o yadigâr ocaklık, yerine yenisi yapıldı. Artık betonarme evlerde banyolar inşa edildiği için, ocaklıkların bir köşesine de 'sulukluk' yapılmıyordu. Medeniyet adına çok güzel bir gelişmeydi bu, çünkü o sulukluklar hem görüntü hem ortam itibarıyla hiç hoş yerler değil diye hatırlıyorum zihnimde kaldığı kadarıyla. Fakat bir zamanlar tıpkı mavi kelimesi yerine 'göv' sözcüğünün kullanıldığı gibi, o öz Türkçe kelimelerin niye kaybolduğunu da pek anlayamadım doğrusu. Belki zor koşulları çağrıştırdığı için zihinler pek anımsamamak veya yok saymak istedi bu sözcükleri. Lakin halis mi halis, iki öz Türkçe kelimedir; 'sulukluk' da 'çimmek' de...

07 Kasım 2015

"Bir pullu yağlıklı, zülüflü alacağım!"

Merhume Ganime Tiryaki'den geçmişe dair bazı hatıralar, Fahriye ve Beşire ninelerin Seydimen'e gelişi, ödenen bir başlık parası ve rahmetli Bahir Emmi'nin bir sözü: "Bir pullu yağlıklı, zülüflü alacam!"...

06 Kasım 2015

Nöker

Merhume Ganime Tiryaki'yi biraz geç tanıdım. 1990'larda 'Kanatlı' ile dünür oldular. Ara ara bize gelirdi. Genelde hep eskilerden cor (söz-laf) açılırdı. O aralar hep dinleyici idim. Fakat çok güngörmüş Ganime Hala'nın anlattıkları ve yaşadıkları ilgimi çekerdi. Gerçi şimdilerde de kolay değil, ama bir zamanlar, ağa kızı da olsa, Barak'ta kadın olmanın ne kadar zor olduğunu çok iyi anlamıştım onun anılarından ve söylediklerinden. Genelde erkeklere, o zamanlar bile, hemen her bakımdan en azından bir şans verilmiş, ama kızların o da olmamış çoğunlukla.

Kasım 2004'te bir bayram ziyareti sırasında anlattıklarını kaydetme fırsatım oldu. Bir ara 'Analık'ının (Üvey Anne) nöker (kuma) geliş hikâyesini anlattı kısaca.

Mevlide Hanım'ın Hâdıra (Kadriye) Hanım üzerine nöker (kuma) gelişi; el âlem: "Biyy fıhâra (fukara-zavallı anlamında), tama (bir hitap şekli) o sening üstüe geliy sening, tovvv tov"... 

Not: Anlatımda bahsi geçen "Çetecilik", Gaziantep'in Fransız işgali sırasında, yerli halkın verdiği direniş mücadelesini ima ediyor.  
Hâdıra (Kadriye) Hanım
(Fotoğraf: Cevdet Tiryaki)
Mevlide Hanım
(Fotoğraf: Servet Tiryaki)

05 Kasım 2015

Bu Toprağın Hikâyesi

Çocukken, evimizin garbısına, çamur ve taştan
Anamın yaptığı 'hâyat'ın (bahçe) içine dikilen
ve benim de özenle suladığım o çam ağacı,
bir teki daha vardı bu çamın, ama o zamanlar
elektrik tellerinin altında diye başka yere taşındı,
sonra kurudu gitti.
Günlük meşgalelere, anlık değerlendirmelere ve dar görüşlü yaklaşımlara çok kulak kabartmamalı, uzun soluklu bakmalı insan, insana da, olaylara da ve bakıp görebileceği her şeye de. Bu toprak her daim ferasetini, derinliğini ve ufkunu yansıtacak sesler buldu. Âşık Veysel ile "Benim Sadık Yarim Kara Toprak" oldu bu diyar, Kazancı Bedih ile "Garip Bir Kuştu Gönlüm"e dönüştü, Mahsuni Şerif ile yürekteki sancılar bile "Sarhoş" oldu çıktı, Neşet Ertaş ile ise "Ah Yalan Dünya" olup yine kaldı geride, hoş bir seda eşliğinde...

Yani, hüzün hep var oldu ama yeis hiç uğramadı buralara, her şeye rağmen, umut hep hayat buldu...

İnternet (Youtube) sağ olsun, bu dört merhum ozanın kendi sesinden bile bu türkülere ulaşmak çok kolay bugün, onlar bu toprağın gerçek sahipleri olarak yarına kalacak nadide eserler bıraktılar, bakmayın görünürde sesi çok çıkanlara, yarına kalanlar ve yarınlar bu büyük ozanlar gibi derinden derine çağladığı hâlde sesi çok çıkmayanların asıl...
İşte o 'hâyat' (avlu) burasıydı, 1990'lı yılların başı, yukarıdaki
çamın fidan hâli, arkada soldaki küçük ağacın yapraklarının
arasından zar zor seçilebiliyor...

04 Kasım 2015

Lopçuluk

1990'lı yılların sonu, 'Kasap Kanatlı'...
Hiçbir emek sarf etmeden, hazıra konan tipler için 'Kanatlı'nın kullandığı tabir buydu; "lopçu!". Sonra devam ederdi: "Yimeye (harcama) 'havas' (heves) etmeyin, yimeden bir şey çıkmaz, sen üstüne koymaya bak üstüne, hazıra dağ mı dayanır!". Emeğe verilen değer, tutumluluk, bilinçli harcama ve kaynakları etkin kullanma konusu, daha iyi nasıl anlatılabilir ki? 'Lopçu' kadar, günümüzün dâhil, her tür 'rantçı' tipini daha iyi hangi kavram izah edebilir?

Çok çalışkandı, çalışmayanı sevmezdi. Hele başkasının emeğiyle, onların sırtından geçinen insanlardan hiç hazzetmezdi. Mirasyedilik veya hazıra konmak yerine, alınteri ile kazanmak, şu hayatta en önem verdiği şeylerin başında gelirdi. Çocukluğum boyunca, onun hüner ve maharetlerine şahitlik edip durdum hep. Esasında, çekirdekten yetme iyi bir çiftçiydi (kendi ifadesiyle ziraatçı) o, tarladan da bağdan da ağaçtan da tahıldan da iyi anlardı, ama hayvancıydı da, çobandı sonra, nacar ve marangoz olurdu bazen, yapıcılığı da vardı, berberimizdi ara sıra, çok zaman kasaptı, en zayıf olduğu alan olmakla birlikte şofördü de, tamirciliği de vardı, elbette türkücüydü de, tabiî ki muhabbet adamıydı da, velhasılı kelam, her şeyden öte tam bir tertip ve düzen adamıydı.

Peki, tüm bu işlerde tam bir usta mıydı? Belki değildi, gerçi böyle bir iddiası da yoktu. O sadece, köy yerde hâlledilmesi gereken tüm bu işleri, büyük bir özgüven ve cesaretle, kimseye muhtaç olmadan kendisi yapmaya girişirdi. Becerirdi de, belki yapılan tüm bu işler dört dörtlük olmazdı, ama umduğu gibi kimseye de "ağız eğmek" (yardım istemek) zorunda kalmazdı ve kalmadı da.

Hiç unutamam, evin önündeki kırıntı, döküntü ve kümes hayvanı pisliği gibi şeyleri bile, bazen, hiç kimseye söylemeden ve yüksünmeden, gidip süpürgeyi küreği alıp büyük bir alçak gönüllülükle temizlediğine sayısız kere tanık oldum.

Ya, 'Kanatlı' işte böyle bir adamdı, dağ gibiydi...

03 Kasım 2015

"Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!"

'Taha Uşağı' ve 'Kanatlı' yine hasbihâle dalmışlar
evin önünde... (Nisan 2014)
'Kanatlı'nın günaydını böyleydi. Hele ki yazları, çocukluğumda, kaç kez arka arkaya bu 'dua' vari sözü duyarak uyandığımı çoğu zaman hatırlamazdım bile. Erken yatardı hep. Güne de çok erken başlardı. Sıklıkla gün ortasında kestirirdi biraz. Alışkanlık olmuştu tüm bunlar onda. Güneşin üzerine doğduğunu pek hatırlamıyorum. Zira bir keresinde; "Üzerine güneş doğan adamın rızkı dar olur!" demişti. Bu sebeple herkesten önce kalkar ve bazen, o erken sabah çayının suyunu kendi koyardı ocağa. Hâlâ ne anladım, ne de becerebildim. Şimdilerde, köyde, büyük oğlu da aynısını yapıyor, erkenden uyanır uyanmaz demli çaya girişiyor. Arkadaş, nasıl içebiliyorlar o saatte boş mideye o demli çayı; bu da bir alışkanlık 'zaar' (herhâlde).  

Yazları iş daha çok olduğundan ve güne daha erken başlandığından, haliyle uyanmak biraz daha güç olurdu. Fakat eğer yapılacak işler varsa, herkesten önce kalkan 'Kanatlı', başımızda bu sözleri sürekli tekrarlayarak, "Di, Yallah di!" derdi. Bizi erkenden uyandırma ritüeli gibiydi bu sözler. Esasında kendisi de uyanıp yataktan kalkarken, "Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!" sözlerini tekrarlayarak güne başlardı her daim. Bazen, bizi uyandırmasa dahi, kendi kendine bu 'yakarış'ı andıran sözleri peş peşe söyleyerek işine gücüne baktığına yarı uykulu yarı uyanık şahit olmuşumdur.

İleri kalp rahatsızlığının bir belirtisi de, yere sırtüstü paralel şekilde yatıp rahat uyuyamamaktır. Çarpıntıyla, boğulacakmış gibi bir hisle kalkmaya zorluyormuş kalp insanı bu durumda. Yani, normalde herkese çok kolay gelen o boylu boyunca ve sere serpe yatmanın nasıl da bir nimet olduğunu hatırlamaktır belki bu, bilemiyorum. Son birkaç yılı böyle geçti 'Kanatlı'nın. Hatta vefatından bir gün önceki gecede, sürekli saati sorup durdu. "Niye sabah olmuyor?" dedi ara ara. "Bu zaman niye böyle yavaş ilerliyor?" da dedi birkaç kez. Belki, menzile bir an önce yetişmenin telaşıydı bu, Allah bilir. Belki de, her sabahın, bir umudun ışığı olduğu gerçeğinin gayri ihtiyari bir belirtisidir. Necip Fazıl, "Ne hasta bekler sabahı ... böyle" der bir dizesinde, o zaman daha bir yakından anlamıştım bu şiirin anlamını.

Yaşarken günlerine, üzerine güneş doğmaması düsturuyla başladığı gibi, vefatı da öyle oldu. Güneş daha üzerine doğmadan gitti bu âlemden.

01 Kasım 2015

Culluk

1990'lı yılların sonu, bir bahar günü, Köyün poyraz harman
yeri, Anam cullukları yemlerken, 'Kanatlı' da harman yerini 
 teftiş ediyor ileride...
Hindinin bizim yöredeki namı culluktur. Daha iri ve gösterişli olan erkeğine ise mazman denir. Barakların vazgeçilmez kümes hayvanlarının başında gelir culluk. Sebebi çok açıktır! Bana göre, Barakların en özgün ve lezzetli yemekleri arasında ilk sırayı, buğday daha yeşilken bir nevi ateşte olgunlaştırılmış hâli olan firiğin culluk etiyle buluşması alır. Adına firik pilavında hindi kapama diyebileceğimiz bu yemek, özellikle havalar serinledikten sonra, Barakeli'nin en gözde ikramlarından biridir de. Culluk bir hayli yağlı bir kümes hayvanı olduğundan havalar sıcakken pek makbul değildir. Ancak odun ateşinde haşlanan culluğun suyuyla pişirilen firik pilavı ve ona eşlik edecek, yine culluk haşlama suyunun katılacağı kuru fasulye gibi bir 'cıvık' (sulu yemek), bu firik pilavlı hindi kapamayı tamamlar. Böylece, Barak'ın geleneksel et, aş (pilav) ve 'cıvık' (sulu yemek) şeklindeki meşhur yemek üçlemesi de tamamlanmış olur. Gerçi bu ayrı bir mevzu, ama Barakeli'nde düğünden cenazeye kadar neredeyse tüm kalabalık davet ve ortamlarda bu üçlünün misafirlere veya gelenlere sunulması bir çeşit ananeye dönüşmüştür. Sanki, o kelle ve döş (burada tabiî ki kuzuyu kastediyoruz) mutlaka pilav üstü olarak ikram edilmeli, yoksa 'ayıp' veya 'tuhaf' bile karşılanabilir, hafazanallah!
Culluk - Hindi Eti
Bir Barak Ovası Klasiği

Culluk ve Firik Pilavı
Barak'ın Bir Alametifarikası...
Neyse biz culluk konusuna geri dönersek bu lezzetli ve revaçta hayvanın yörede gördüğü yoğun talep yüzünden, culluk yetiştiriciliği, bilhassa herkesin kendi hane ihtiyacı için, önemli bir uğraş hâline de gelmiştir Barakeli'nde. Çoğu işte olduğu gibi, bu görev de, evin âyeline (hanım) kalır bu arada. Geçmişte gördüklerim, culluğun da, tıpkı antep fıstığı ağacı yetiştirmek gibi meşakkatli bir iş olduğu yönündedir. Bir kere, karşılaştığım en narin canlılardan biri hindi cücüğüdür (yavru). Hiç öyle diğer kümes hayvanlarına benzemez, birkaç aylık olana kadar, eğer kısmetliyseniz, hindi civcivlerinin en fazla yarısının canlı kalması büyük başarıdır. Hindi yavruları, kendi başına yetene kadar geçecek o birkaç aylık zaman zarfında, çok yakın bir ilgi ve bakıma ihtiyaç duyarlar. Ama çok aile de katlanır bu külfete, culluğun o leziz hatrına tabiî ki!

'Kanatlı' da çok mühimserdi culluk yetiştirmeyi; "Culluk eyi olur!" derdi hep.
Nisan ayında böyle yemyeşil olan buğdayların ateşle
olgunlaştırılanına 'firik', güneşin sararttıklarına
'unluk' derler Barak'ta...
Unluk Buğday
Firik

30 Ekim 2015

Kesmik

Gövher yengem, çardakta ocağa  'et vurmuş' (et haşlamak)...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)
Ocaklık hep önemliydi. Hâlâ da öyledir köy hayatında. Ocaklığı olmayan veya etkin işlemeyen bir köy evi çok eksiktir. Çünkü koca bir köy evinin ihtiyacı, hem maliyet hem de kapasitesi bakımından tüp gaz ocağıyla giderilemeyecek kadar büyük olur. Ekmek yapılmasından yemek pişirilmesine ve hatta su ısıtılmasına kadar pek çok iş için, yer biraz eşilerek, taş ve çamurla yapılan bu ateş ocaklarına gereksinim vardır. Bu ocaklar genelde ocaklık denen kerpiç yapıların içinde olurdu eskiden. Fakat özellikle havanın daha iyi olduğu zamanlar için, bu ocaklıkların yan taraflarına da muhtelif ocaklar yapılır. Genellikle buraların üzerine ve yanlarına gölgelik inşa edilir ve böylece çardak denilen açık ocaklıklar da kullanılır.

Tek göz bir yapı olan ocaklıkların, girişinde ocakların olduğu küçük kısım dışında, daha genişçe bölümü kesmik için ayrılır. Zaten ocaklık demek yakacak demek biraz. İşte kesmik bu yakacakların genel adıdır. Arpa ve buğday gibi tahıl sapları da olur, ince zeytin, üzüm ve antepfıstığı dalları da, fıstık çeltiği ve boş habbeleri de ve hatta gerek duyulursa kerme (katılaşmış hayvan gübresi) bile kesmik olabilir.

Eskiden en makbul kesmik buğday sapıydı. Arpaya göre daha kalın ve diri bir sapı vardır buğdayın. Bu nedenle ocakların tutuşturulması ve yanması için hem daha kullanışlı hem de daha dayanaklıdır. O yüzden, hasat mevsiminden sonra özellikle Haziran ayında, gelecek sonbahar, kış ve ilkbahar aylarında ocakları yakmak için, nerede iyi buğday sapı varsa, itinayla toplanır ve ocaklığa taşınırdı. Bunun için genelde, öncelikle saplar yabanda tırmık denen büyük demir çubuklu bir ekipman tarafından traktör yardımıyla bir araya toplanırdı. Bazen, yine traktör yardımıyla, tapan (ağır ve düz bir demir ekipman) denilen bir alet ile tırmıklamadan önce, biçerdöverin kesmeden yerde bıraktığı buğday sapları kırılırdı, tırmık daha çok sap toplasın diye.

Buğday saplarını taşımak için traktör teknesine (römork) kalın ve ince kavak sırıklarından şebeke (payanda) yapılırdı. 'Kanatlı' bu şebeke işinin de ustasıydı bizde. Ey Allahım, ne telaşlı ve curcunalı olurdu o şebeke yapma süreci, çoğu işimizde olduğu gibi. Bu şebekeler bazen mercimek şahrası (saplı hasadı taşıma) için de kullanılırdı tabiî.

Sap dediğiniz yükte hafif ama çok yer kaplayan bir nesnedir. Traktör teknesi normal şartlarda fazla almaz. Her ne kadar teknenin üzerine birisi, genelde çalışabilecek durumdaki en küçük aile fertleri olurdu bunlar, çıkar ve daha çok sap yüklenmesi için römorka atılan her kucağı tepelerdi ama yeterli değildi sadece bu tepeleme. İşte tekneye monte edilen ahşap şebeke, römorkun kapasitesini bir hayli artırırdı. Saplar boşaltılırken, ocaklığın kesmik saklanan yerine atıldıkça, üzerine çıkıp tepelenirdi de, böylece daha fazla buğday sapının stoklanması sağlanırdı. Buğday sapı arpaya göre daha az tozlu ve yakıcı olurdu sıcakta, bu açıdan da daha iyi bir kesmik türüydü.

Anam ile Ganime ablam, ocaklıkta 'sallama' (kahvaltılık
kalın yufka ekmek) yaparken...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)
Şimdilerde Barak Ovası büyük oranda antepfıstığı ağacı oldu. Eskisi gibi tahıl ne para ediyor ne de rağbet görüyor artık. Denilen, masrafını bile çıkarmıyormuş tahıl ürünleri. Dolayısıyla arpa-buğday sapına dayalı kesmik türü pek kalmadı köyde. Hemen herkes, daha çok fıstıkların ve ayrıca üzüm bağlarının budanmasıyla elde edilen odun ve ortutları (ince dal) kullanır oldu ocaklıklarında. Yine fıstık çeltikleri, kabukları ve boş taneleri de önemli birer kesmik çeşidi günümüzde.

Bu arada bizim ocaklığı her daim ayakta tutanları da anmadan olmaz sanırım. Yıllar yılı hep iki emektar oldu bizim ocaklarda, biri Anam, diğeri de Gövher yengem, ama bacılarımı da zikretmeden olmaz elbette.

28 Ekim 2015

Döşek

1970'li yılların ortası, Anam, Mahmut Ağabeyim ile birlikte,
yün döşeklerini elden geçiriyor yine... 
Eskiden hazır yatak mı vardı! Yün döşekler olurdu, gerçi hâlâ kullanılır, Anam İstanbul'a, bize de gönderdi, halis yün ve kumaştan özenle hazırladığı bir döşeği mesela, sağ olsun. Döşeksiz olmazmış, öyle diyor. Bir kenarda durur, ihtiyaç olursa kullanılırmış.

Tıpkı kerpiç evler gibi döşek de sürekli bakım isteyen bir şey. Periyodik olarak döşeğin dış yüzeyini oluşturan yumuşak ve renkli desenli kumaş ile onun altındaki sert beyaz astar sökülür. Döşeğin içindeki yünün yıkanıp, kurutulup, çırpılıp ve tekrar o sert beyaz astarın içinde itinalı bir şekilde doldurulup dikilmesi gerekir. Yoksa döşeğin içindeki yün, hem yumuşaklığını kaybedip, topaklaşıp sertleşebilir, hem de nem vesaire dışsal faktörler yüzünden kokabilir. Kısacası, yer yataklarının en önemli unsuru olan döşek sahibi olmak bir hayli zahmetli bir iştir aslında.

İşte bu eski fotoğrafta da, Anam döşeklerini yine elden geçirmiş, artık o sert beyaz astarların dikilmesi kalmış yalnızca. Bu fotoğraf da bir dolu ince detay barındırıyor yine. Hemen yanlarında pencerenin ucu ve bir kısım duvarı gözüken yapı o 'uğurlu kerpiç evimiz'. 'Eski ev'in hemen batısına anam küçük bir pin (kümes) yapmış tavukları için, belli. Zaten resimde hemen arkalarındaki mazman (erkek hindi) da adeta göz ucuyla fotoğrafı çekeni süzmüş poz verir gibi. Fotoğrafın sol tarafında, küplüğümüzün gölgesi döşeklerden birinin üstüne düşmüş neredeyse.

Arkadaki o tekten kerpiç bina, içinde yakacak kesmik ve sair malzemeler ile su ısıtıp ekmek ve yemek yapmaya yarayan ocakları barındıran Solmaz yengenin ocaklığı. Ocaklığın damında küçük bir kubbeyi andıran baca hemen dikkati çekiyor. Giriş kapısının yanlarında direklere asılı duran elek ve saratlar ise hazır kıta kullanılmayı bekliyor sanki. Muhtemelen su stoklamak için kullanılan demir bir varil de yan yatırılmış bu ocaklığın hemen yanında.

Arkada bir kısmı gözüken kerpiç yapılar ise, Agâh emmilerin ahır ve kümesleri. Fotoğrafın en arkasında 'Kürep Dağı'nın silüeti de belirmiş. Yalnız ortalıkta hiç ağaç yok, ne antepfıstığı, ne de başka bir şey o zamanlar. Barak Ovası, çorak ve hafif engebeli bir düzlük olarak yansımış fotoğrafa. Şimdi buralar hep ağaç oldu, ama..!

26 Ekim 2015

Kulüp

Seydimen'de, Mahmut Ağa'nın tek katlı eski kerpiç evinin biraz güneyine, sonradan yaptırdığı kerpiçten iki katlı 'yukarı ev'inin hemen doğusundaki o tek göz kerpiç odaya 'Kulüp' ismini, köyün o zamanki ağa biraderlerin en kıdemlisi T. Ağa koymuştu. Bu tek göz kerpiç yapının ilginç bir hikâyesi vardır.

Mahmut Ağa, 1930'lu yılların ortasında, Esma Hanım ile evlendiğinde müstakil bir evi yoktu daha. Babası H. Ağa'nın, köyün garbısındaki o iki katlı kerpiç konağında bir oda tahsis edilmişti onlara. Birkaç yıl orada kalmışlardı, hatta ilk çocukları Kadir de o tek göz odada doğmuştu. Evlenmelerinden birkaç yıl sonra, köyün poyrazına doğru bir giriş ve üç odadan müteşekkil tek katlı bir kerpiç ev yaptırmıştı Mahmut Ağa. 'Kanatlı'nın deyişiyle o 'uğurlu ev'de uzun yıllar oturdular ailecek ve tüm çocukları o evde doğup büyüdü. Mahmut Ağa, daha sonra yaptırdığı 'yukarı ev'e taşınınca, o tek katlı 'uğurlu' kerpiç ev 'Kanatlı'ya kalacak ve bu sefer onun tüm çocukları o evde büyüyecekti.

Mahmut Ağa'nın çocukları büyüyüp evlenme çağına gelince artık o tek katlı kerpiç ev yeterli gelmemişti. Ayrıca köydeki diğer üç büyük ağabeyi de iki katlı kerpiç evlerde oturuyordu. Sürekli genişleyen ailenin de etkisiyle, Mahmut Ağa da eski evinin biraz ilerisine iki katlı kerpiçten 'yukarı ev'ini yaptırdı. Bundan sonra, Hacı Mahmut'un 'horanta'sının (aile) merkezi, o bu dünyadan göçtüğü 1983 yılına kadar, bu 'yukarı ev' oldu. Artık adı 'eski ev'e dönüşen o tek katlı 'uğurlu' kerpiç eve 'Kanatlı' yerleşti. Bu evin hemen kuzeyinde, biraz daha aşağıda, briketten yapılan tek katlı iki odalı küçük evde de, 'Kanatlı' ile beraber köyde Mahmut Ağa'nın malına bakan diğer oğlu İsmet ailecek oturmaya başlamıştı. O 'eski ev'in biraz doğusunda ise Mahmut Ağa'nın odası (erkek misafir evi) yer alıyordu. Ayrıca, giderek artan yeni ambar ihtiyacı sebebiyle, bu odanın karşısına gelecek şekilde güneyinde, biraz yukarısına, yine briket ve betondan yeni bir garaj yaptırılmıştı. Bugün 'Özgür Konak', bu garajın üzerindedir mesela. Bunun dışında, tüm bu yapıların ortasında da davar için bir ahır ve samanlık vardı. İşte bu ahıra bitişik olacak şekilde, yukarı eve doğru tek göz bir kerpiç oda daha yapıldı bir süre sonra. Zira, özellikle yazları köye mevsimlik olarak gelip çalışacak veya geçici kalacak kişiler için ilave bir mekâna gereksinim duyuluyordu. Bu tek göz yapı da, çok amaçlı olacak şekilde tüm bu işler için yapılmıştı.

1990'lı yılların sonunda, Hacı Mahmut'un muhitinin kuzeydoğudan görüntüsü buydu, 
sonradan betondan yapılan o 'garaj'ın üzerine 'Özgür Konak' kırmızı tuğladan inşa edilmiş.
Fotoğrafın tam ortasındaki yıkılmaya yüz tutmuş kerpiç yapı Hacı Mahmut'un ahırı ve 
samanlığıydı. En arkadaki yüksekçe kerpiç yapı 'yukarı ev'di. 'Garaj'ın biraz ilerisinde, 
sağ tarafındaki ve 'yukarı  ev'in solunda, aradaki yıkık yer de, o 'Kulüp'ün son hâliydi işte.
Şimdi buralar çok değişti. Öndekiler de bizim yeğenler...  
Fakat bu tek göz yapı, ilk inşa edildikten bir süre sonrasına kadar, bilhassa kışları boş dururdu. Bu dönem, 'Kanatlı'nın gençlik ve orta yaşlılık zamanına denk geliyordu. Elektriğin daha köye gelmediği o sıralar, 'muhabbet geceleri' genç ve orta yaşlılar arasında en revaçta eğlence biçimiydi. Koyu sohbetlerin, ince hasbihâllerin döndüğü, nüktelere gülünen bu gecelerde, yemekler yenir, bazen içilir ve muhtelif oyunlar oynanır, ancak genelde saz çalınıp türküler söylenir ve hikâyeleştirilmiş eski 'meseleler' anlatılırdı. İşte bu tek göz yeni kerpiç yapı, kışları tam da bu tür faaliyetler için biçilmiş kaftan gibiydi. Bunu hemen fark eden 'Kanatlı', bu bina yapıldıktan sonraki kış, o odayı temizledi, birkaç kilim, minder ve yastık attı oraya. Bir de soba kurulup içerisi yeterince ısınınca, bu mekân kış geceleri tam bir muhabbet odası olmuştu.

Başlangıçta, Mişov Dayı, Hafız, Sâdın emmi gibi, Barakların eski meselelerini ve türkülerini iyi bilen ve icra eden kıdemliler ile bir araya geliyordu 'Kanatlı' bu mekânda. İlk sıralar tüm muhabbet sadece türkü söylemek ve dinlemek üzerine kuruluydu. Ancak zaman geçtikçe toplantıların hem süresi hem de içeriği genişlemişti. Tabiî bu durum, kısa sürede köydeki yetişkin erkekler arasında duyuldu. Köyün o zamanki gençleri hemen ortamı öğrendi ve akşamları bu kerpiç oda gençlerin ve meraklı orta yaşlıların uğrak yeri olmaya başladı. Böylece, türküler üzerine başlayan bu 'muhabbet geceleri' de giderek daha zenginleşmeye başladı. Herkes evinde imkânına göre yemek hazırlatıyor, burada yenip hasbihâl ediliyor, çaylar ve kahveler içiliyor, oyunlar oynanıyor ve genelde olduğu üzere türküler söyleniyordu. Mekânın namı giderek köyde daha fazla yayıldı ve ciddi biçimde geceleri ahaliyi oraya çekmeye başladı.

Elbette köyün ileri gelen büyükleri de haberdar oldu bu mekândan. Mahmut Ağa, 'Kanatlı'yı severdi, o sebeple gençlerin kendi aralarında böyle bir yer ayarlamasına ses etmedi. Zararsız şekilde eğleniyorlardı neticede. Fakat bu yeni 'cazibe merkezi' köyün büyük ağalarının odalarının cemaatini biraz azaltmıştı. Dolayısıyla bu büyük odalarda muhabbet biraz seyrelmiş, rağbet az da olsa azalmıştı bu yeni mekân yüzünden. Bir gün köyün yaşça en büyüğü T. Ağa, Mahmut Ağa'nın odasına geldi bir akşamüzeri. T. Ağa'nın buraya kadar gelmesi pek alışıldık bir durum değildi. Mahmut Ağa, gelen ağabeyine gayet saygılı bir şekilde "Buyur Edey, otur" dedi. T. Ağa, "Oturmaya oturak da yorum, önce şu 'Kulüp'ü bir görsek eyi olurdu" dedi, sakin bir ses tonuyla ve oldukça istihzalı. Böyle bir tepkiyi hiç beklemeyen Mahmut Ağa, "Vış, vış, vış, o da ne yav, bu da yeni mi çıktı ovv?" dedi meraklı bir şekilde. T. Ağa gayet sakin bir biçimde, "Ne olacak yorum, senin Kemal 'Kulüp' açmış diyler, milleti topliymış başına!" Mahmut Ağa hemen anladı meseleyi ve o her zamanki vurgulu ifadeleriyle, "Tamam ağam tamam, heç gereği yok bize 'Kulüp'ün de temaşanın da, işimiz mi yok?" dedi. "'Kanatlı'" diye çağırdı hemen oğlu Kemal'i, "Çıkar ağam çıkar, oradaki çulu çaputu, sök sobayı da, biz işimize bakak!" şeklinde ilave etti. Bu, 'Kanatlı'nın 'Kulüp'ünün sonu olmuştu. Bir daha orada ne toplanıldı, ne de eskisi gibi hasbihâl oldu. Lakin bu konuşmadan sonra, o kerpiç yapının adı hep 'Kulüp' olarak kaldı. Uzun süre o tek göz kerpiç mekân, Mahmut Ağa'nın kiler ve ambarı olarak da işlev gördü.

Benim çocukluğumda ise, 'Kulüp'ün son mukimlerinden biri merhum Hassün emmi idi. Hassün Efendi, köyün garbı fıstıklarını beklediği yazlarda, Nizip'ten hanımı Essüm ve kızı Özov ile birlikte o tek göz odaya yerleşir, o yazı orada geçirirdi. Uzun yıllar kiler ve ambar olarak kullanılan 'Kulüp', sonradan köydeki çoğu kerpiç yapı gibi, zamanın ve yağmurun gücüne dayanamadı, eskidi. Kerpiç yapılara gerekli ancak zahmetli yıllık bakımları yapılmayınca, bir süre sonra yıkılıp giderler. Bu açıdan 'Kulüp'ün kaderi de çok farklı olmadı köydeki diğer kerpiç evlerden.

23 Ekim 2015

Mercik

İleride, sol taraftaki yükselti 'Hayma'nın kurulduğu tepelik...
Ortadaki antepfıstığı ağaçlarının olduğu yüksekçe yer de
'Ali Derviş Höyüğü'nün şimdiki hâli...
"Garbı benim ağam", bu söz o zamanlar yazları, Seydimen'de, artık antepfıstıklarının olgunlaşmaya yüz tuttuğunun bir işareti gibiydi. İlkbaharda yapraklarıyla birlikte tomurcuklanan fıstık çağlası, havaların ısınmasıyla iyice belirginleşirdi. Yaz mevsimiyle beraber ise önce yeşilimsi ve sarımtırak bir renk alırdı. Akabinde, giderek pembe ve bordo karışımı kendine has bir renge bürünürdü. Yarı olgun sarımtırak hâline 'boz' fıstık, pembemsi olgun durumuna 'beng' antepfıstığı denilirdi. İşte fıstığın boz hâlinden olgun durumuna geçiş dönemi, takriben Temmuz-Ağustos ayları olur bu, fıstıkların tam beklenme zamanıydı. Antepfıstığı, hasadı görece kolay ve bir tarım ürünü olarak bir hayli kıymetlidir. Bu, hem mal sahibi hem de bu ürünü bilen başkaları için geçerlidir. Bu sebeple, özellikle fıstıkların olgunlaşmaya başladığı Temmuz sonundan itibaren, davetsiz misafirler için fıstık ağaçlarının beklenilmesi icap edebilir. Zira olgunlaşan antepfıstığının ağaçtan toplanması daha da kolaylaşır. Ağaç dallarının hafif bir silkelenmesiyle olgun fıstıkların yere veya ağacın altına serilecek bir örtüye hemen dökülmesi mümkündür. Hâsılı kısa bir süre içinde epey bir antepfıstığın ağaçlardan rahatlıkla silkelenmesi söz konusu olabilir.

Garbıdan kast edilen ise hemen köyün batısında yer alan ve fıstık ağaçlarının yoğun olduğu bölgedir. Esasında Seydimen'de o zaman fıstıklar yoğun şekilde, yalnızca köyün garbısında ve şarkında yer alırdı. Köyün hemen şark, garbı ve kıble tarafları H. Ağa'nın U. Hanım'dan olma üç büyük oğlu tarafından tutulmuştu. H. Ağa'nin iki büyük oğlu T. ve Y. Ağalar, köyün hemen şark ve garbı taraflarına ayrı ayrı fıstık, zeytin ve üzüm diktirmiş ve bu bölgeleri kendi uhdelerine almıştı. Hâliyle T. Ağa'nın evi köyün şarkında, Y. Ağa'nınki ise garbı yandaydı. Bu iki ağayı takip eden daha küçük kardeşleri de, ağaların mülklerinin bittiği yerlerden itibaren antepfıstığı ektirmişti. Dolayısıyla köyün şark ve garbı tarafları genişçe bir alan şeklinde fıstıklık olmuştu. İşte "Garbı benim" diyen bekçi adayları da, köyün garbısında bulunan nispeten genişçe bu fıstıklık alanından bahsediyordu.

Köyde mukim ancak atadan babadan miras kalmış mülkü olmayan ve civelek (fakir) denilen Hassûn Efendi, Sâdın Emmi ve Mercik garbı tarafı kimin bekleyeceği konusunda genelde tatlı bir rekabete girişirdi. Lakin yaşça büyük ve bekçilik namı daha meşhur olan Mercik'in bariz bir üstünlüğü vardı bu rekabette. Ancak Mercik o yıl isteksiz olacak veya gönlü pek istemeyecekti ki, garbı tarafın bekçiliği diğer adaylara kalsın. Gerçi Mercik'in köyde olduğu dönemlerde bu pek görülmüş şey de değildi. Ama yine de Hassûn Efendi ve Sâdın Emmi şanslarını bir denerdi. Hatta Mercik'ten sonra da, köyün garbı fıstıklarının beklenmesi konusundaki bu tatlı rekabet daha uzun yıllar, özellikle bu iki kişi arasında yaşanmaya devam etmiştir.

Köyün garbı fıstıklarını bekçilik için cazip kılan, temelde, alan olarak daha küçük olmasıydı. Bir de bu bölgenin coğrafi yapısı bekçilik yapmaya daha elverişliydi. Tüm fıstık alanın ortasında bulunan yüksekçe bir yer, bölgeye tamamıyla hâkim gibiydi. Buraya konuşlanan bekçi, köyün garbı fıstıklarını neredeyse bütününü rahatlıkla gözetleyebilirdi. Ayrıca fıstık bekçiliği, o dönemin her şeyin kol gücüne daha fazla bağlı olduğu koşulları göz önünde bulundurulduğunda, zaten köydeki en talep gören işlerden biriydi. O günlerde, tarım ürünlerinin şimdiki gibi yaygın bir hırsızlık konusu olmaması da işin rahat kısımlarından biriydi. Bekçilik için parasal bir tutar yanında, bekçilik hakkı diye ürün olarak da az bir miktar bekçiye antepfıstığı verilmesi, maddi anlamda bu işi teşvik etmekteydi.

Bekçiye günde iki öğün yemeği, köyden mal sahipleri tarafından sıralı bir şekilde gönderilirdi. Talep etmesi hâlinde, geceleri yalnız kalmasın diye köyden birileri de yanında kalırdı. Bunun için genelde köyün gençlerinden birkaç kişi dönüşümlü olarak bekçiye geceleri refakat ederdi. Mercik'i diğer bekçi adaylarından daha üstün tutan meziyetlerinden birisi de, esasında bu gece bekleme işiydi. Mercik'in öyle gece refakatçısına falan pek ihtiyacı olmazdı yabanda.

Mercik yalnız bir adamdı. Öyle belli başlı bir evi barkı yoktu köyde. Normal zamanlarda da neresi uygunsa orada sabahlardı. Hatta bazen davarın kışlık samanın tutulduğu ve samanlık denen penceresiz ve zifiri karanlık yerlerde bile kaldığı olurdu. Ne çok iri ne de ufak tefekti. Güçlü, dirayetli ve cesur bir adamdı. Çalışmaktan, sürekli dar yerlerde hayvanlarla uğraşmaktan, henüz çok yaşlı olmamasına rağmen neredeyse kamburu çıkmış gibi öne doğru eğilmiş vaziyette yürürdü. Doğru düzgün ev ve su yüzü görmediği için, hiç çıkarmadığı kafasındaki eski kasket iyiden iyiye simsiyah olmuş ve kalınlaşmıştı adeta. Suyun kıt olduğu o yıllarda arada bir cuma günleri, Mahmut Ağa'nın odasının giriş kısmında veya bu odanın tuvaletinde, bulabildiği bir kova suyla vücudunu sabunla yıkayabilirse ne âlâydı. Tam bir yaban adamıydı. Ne işten ne de zorluktan kaçardı. Hayli uyanık bir adamdı da. Bu sebeple bekçilik gibi nispeten rahat bir işte, onunla kimsenin boy ölçüşmesi ve rekabet edebilmesi pek kolay değildi. Böyle olunca köyün mülk sahipleri açısından da fıstık bekçiliği için bulunmaz bir adamdı.

Mercik, bekçilik işine başlar başlamaz, o sözünü ettiğimiz fıstıklığın ortasındaki yüksekçe yere, köyün gençleri ile birlikte, 5-6 metre uzunluğundaki dört uzun kavak direğinin üzerine daha ince direk, sırık, çalı ve zeminine yumuşaklık da veren zeytin çirpisinden (ince dal) kondurduğu ve adına hayma denilen yüksek bir çardak kurardı. Böylece bu hâkim tepenin üzerinden, bekçiliğini yaptığı bölgenin neredeyse tamamını kuş bakışı rahatlıkla gözetleyebilirdi. İçerisine bir yastık ile kilim yerleştirdiği hayması, bilhassa gündüzün sıcak vaktinde ve geceleri iyi bir gözetleme kulesini andırırdı. Hayma, hem bu muhitte bir bekçi olduğunu etrafa ilan eder hem de bekçiye iyi bir kolaylık sağlar ve yabanda daha rahat uyumasına imkân verirdi.

Her ne kadar etrafta aksi ve sert biri gibi bilinse de, Mercik aslında fena bir muhabbet adamı değildi. Sadece onunla ilk seferinde uygun bir iletişim kurmak zordu ve güvenini kazanmak biraz zaman istiyordu. Yoksa belirli bir aşamadan sonra insanı ciddi biçimde saran bir muhabbet tarzı da vardı. Esasında çok güngörmüş, türlü tecrübe sahibi ve deyim yerindeyse feleğin çemberinden birkaç kez geçmiş tuhaf bir adamdı. Yalnızca, onun tabiriyle, 'zararsız' birisi olduğunuza kani olması gerekiyordu. Yine onun ifadeleriyle ve ona göre, 'lüzumsuz' ve 'işe yaramaz' tiplerdenseniz, artık ağzınızla kuş da tutsanız hiç yaranamazdınız ona. Hâliyle buna karar vermesi ve ikna olması da öyle çabuk şekilde olmuyor, biraz vakit alıyordu. Mesele, onun bu anlama dönemini, sabırlı şekilde herhangi bir 'vukuat' işlemeden, yani onu kızdıracak bir terslik yapmadan atlatabilmekti. Gerisi kolaydı. Bir kez size itimat edip kabullendi mi, artık onunla rahatlıkla konuşur ve her tür şekilde muhabbet edebilirdiniz. Gerçi, tüm bunlara rağmen zor adamdı sonuç olarak. Fakat bu zorluğu aşmış epey kişi de vardı köyde. Zira tüm mesele onun bu huyunu bilip biraz sebat göstermekti.

Mercik'in iyi yoldaşlarından (kendisi ile arkadaşlık edenlere böyle nitelerdi) biri 'Kanatlı' idi. Mercik çalışkan adamları severdi. 'Kanatlı' tam zararsız türden bir adamdı. Kısa süre içinde anlaşmış ve iyi bir muhabbet ve çalışma arkadaşı olmuşlardı. Diğer zamanlarda bilhassa 'Kanatlı'nın babası Mahmut Ağa'nın davarlarının bakımını genelde ikisi yapardı. Bekçilik zamanında da 'Kanatlı' Mercik'i yalnız bırakmaz, özellikle sıcak yaz günlerinde yabana götürdüğü soğuk su Mercik'in tam ihtiyacını görürdü. 'Kanatlı', üzerine bez bir çul geçirdiği ve 'cotra' dedikleri plastik bir kapla, neredeyse her gün, kara kuyudan yeni çektiği soğuk sudan Mercik'i mahrum etmezdi. Zira Mahmut Ağa'nın büyük fıstık ağaçları da köyün garbısındaydı. Mahmut Ağa da, arada 'Kanatlı'dan garbıdaki fıstıkları bir de kendisinin kontrol etmesini isterdi. Hâliyle her garbıya gidişte bekçi Mercik'e de uğramadan olmazdı. Zaten kimse uğramasa bile bekçilik konusunda çok hassas olan Mercik, kim olursa olsun, geniş bir alana yayılmış fıstık bahçelerinin içinde o kişiyi bizzat bulurdu. O meşhur bekçilik namı da, daha çok bu özelliğinden kaynaklanırdı. Mercik'in beklediği muhite gidip de ona görünmeden tekrar köye gelene pek rastlanmazdı.
      
Artık Ağustos'un son günleriydi. Fıstıklar iyice olgunlaşmaya başlamıştı. İlk 'beng' hasat zamanı çok uzak değildi. Bu dönemde Mercik, geceleri dahi hiç yabandan gelmez, bekleme işine daha bir ciddiyetle sarılır, dikkatli bir şekilde gece gündüz fıstık ağaçlarının etrafını kolaçan ederdi. O gün Mercik'e yemek götürme sırası G. Ağa'nın evindeydi. Evin büyük oğlu Selim, gündüz öğleye doğru hem sabah hem öğle yerine geçen azığını Mercik'e götürmüştü. Şimdi sıra akşam yemeğindeydi. Havanın iyice karardığı bu sıcak Ağustos akşamında, yabana tek gitmek istememiş, hemen evlerinin yanındaki Rüstem Emmi'nin oğlu Mamet'i çağırmak istemişti. Evlerine gittiğinde Zöhre Ana, Mamet'in odaya, köyde geçici olarak bulunan imam Hayri'ye gittiğini söylemişti. İmam Hayri, İmam Hatip Okulu'nu yeni bitirmiş bir delikanlıydı daha.

O zamanlar köyde cami yoktu. Özellikle Ramazan ayında, memleketin genelinde olduğu gibi Seydimen de uhrevi bir havaya bürünürdü. Gündüzleri genelde oruçlu geçiren köy ahalisi, geceleri de teravih namazını eda etmek için istekli olurdu. Bunun için köyün ileri gelenleri Ramazan ayına özel olarak bir imam tutar ve teravih namazını köyün en büyük odası olan T. Ağa'nın odasında birlikte kılardı. O sene yazın başına denk gelen Ramazan ayı için de Nizip'ten Hayri isimli bu genç çağrılmıştı. Hayri'ye bu hizmeti karşılığında cüz'i bir ödeme yapılmıştı. Yaklaşan Kurban Bayramı için de köyün ileri gelenleri Hayri'yi bırakmamış, en azından fıstık hasadına kadar kalmasını istemişlerdi. Hayri de muhitten memnun olacak ki, gitmemiş, köylülere cumaları ve fırsat buldukça diğer vakit namazlarını da kıldırıyordu. Köylü de, gençlerle arkadaşlık edebilecek dini bütün bir hocanın köyde hazır bulunmasından memnundu. Hayri, T. Ağa'nın odasında yatıp kalkar ara ara da köyün diğer ağalarının odalarına giderdi. Çok konuşkan ve girişken bir genç olmayan Hayri, iyi ve saf biriydi. Hatta çoğu zaman köyde birilerinin ufak tefek işlerine bile koşturur, elinden geldiğince yardımcı olurdu. Sevilen ve sayılan biriydi.

Selim, köyün en kıblesinde, T. Ağa'nın odasının önündeki sekide Zöhre Ana'nın dediği üzere, Mamet ve imam Hayri'yi birlikte otururken buldu. Öyle koyu bir muhabbet yoktu ortamda. Selim hemen söze girdi. "Yeriyin, şu topaçlardan yumurtaları Mercik'e götürek" dedi. Buzdolabının daha Köye gelmediği o günlerde, etin saklama biçimlerinden biri topaç yapmaktı. Et, kuşbaşı doğranıp kavurmaya dönüştürülür ve birer yemeklik olacak miktarda yuvarlak şekil verilerek, bir hasır sepetin içine konularak tavana asılırdı, kedi ve fare gibi hayvanlardan da korumak için. Biraz tuzlu olmakla birlikte lezzetli bir kavurma yumağıydı topaç. Yemeklerde kullanıldığı kadar, topaç, sabahları sıcak ekmek arası veya hızlı öğünlerde içine yumurta kırılarak da tüketiliyordu. O gün, G. Ağa'nın evinde Kurban Bayramı için erkenden yoğun bir hazırlık görülmüştü. Bu nedenle o gün evde sıcak yemek yapılmamış, evin hanımı bahardan kalma son topaçları da tavada ısıtıp yumurta kırmaya karar vermişti. Buna karar verdiğinde, Mercik'in yemek sırasının kendilerinde olduğunu bir an unutmuştu. Sonradan fark ettiğinde, Mecik'e de topaç ve yumurta göndermenin daha iyi olacağını düşündü. İşte Selim, anasının eline tutuşturduğu yemek çıkınındaki topaç ve yumurtaları kastediyordu. Selim ilave etti: "Üç topaç ve yedi yumurta var, bize de yeter, hadi iyi bir yaban yemeği yiyelim akşam akşam fıstıkta." O an, yapacak daha iyi bir meşgaleleri olmayan Mamet ve Hayri hiç diretmeden hemen kabul ettiler Selim'in önerisini.
Ocakta topaç (kavurma) pişirilmesi...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)

Gündüzün bunaltıcı Ağustos sıcağının ardından, akşam serinliği Barak Ovası'nı hafiften sarmaya başlamıştı. Birkaç gündür durgun geçen gecelerden sonra, akşamın bu erken saatinde tatlı tatlı esen garbı yeli, en azından bu gecenin daha serin olacağını müjdeliyor gibiydi. Üç kafadar, Mercik ile birlikte yabanda akşam yemeklerini yemek üzere, yola koyulmuştu.

Mercik'e gündüz giden yemek, kahvaltı ve öğle yemeği arası bir şeydi. Biraz bolca konulurdu ki akşama kadar tok tutsun bekçiyi. İkinci yemek seferi ise hava kararmaya başlayınca olurdu. Tam olarak saati belirlenmemişse de kabaca bu yemek seferlerinin zamanı belli gibiydi. Mercik o saatlerde haymasına gider, getiren kişiyi beklerdi. Yemek götüren kişi duruma göre su da getirirdi. Yabanda sıklıkla iki su kabı kullanan Mercik, bazen gündüz yemeğini getiren kişiye bir su kabını verir, akşama doldurup getirmesini isterdi. Yabanda su, hele ki sıcak havalarda, büyük ihtiyaçtı. Bugün gündüz yemeğini Selim tek başına götürmüştü. Mercik, su kaplarının ikisinde de yeterince su olduğu için, akşama ilave su istememişti. Yalnız, bu yazın günü evdeki soğuk ayrandan bir miktar alan Selim, bunu yemek malzemesinin yanında yabana götürüyordu.

Köyden çok uzun bir mesafede olmadığı için bizim kafadarlar kısa sürede Mercik'in haymasının yanına varmışlardı. Mercik, haymanın altında bağdaş kurmuş vaziyette oturuyordu. Üç kişi gelmelerini pek de hoşnut karşılamamışcasına gözünün ucuyla gelenlere baktı. Durumun farkında olan Selim hemen söze girdi: "Saa arkadaşlık etmeye geldik Mercik emmi" dedi. Sonra da; "Bugün bizde işler karışmış, yemeği saa ben yapacam, topaç getirdim." diye devam etti. Duruma pek anlam veremeyen Mercik: "Yazın günü ne topacı yav" dedi. Topaç esasında havaların serinlemesine yakın yapılan bir hazırlıktı. Yaz sonuna doğru hâlâ G. Ağa'nın evinde topaç kalmasına şaşırmıştı Mercik, ki normal bir durum da değildi aslında. Zaten bu topaçlar da G. Ağa'nın hanesinde kıymetinden şimdiye kadar kalan son kavurmalardı.

Mercik, çoğu akşam olduğu gibi çay demlemek için ocağında ateşini çoktan yakmış, çaydanlığı da üzerine yerleştirmişti bile. Epeydir yabanda yiyecek namına bir şey pişirmediği için tek kabı olan genişçe alüminyum tenceresi haymanın alında bir kenarda bazı eşya ve erzakların yanında duruyordu. Selim'in akşamın bu ilk karanlığında parlak alüminyum tencereyi bulması zor olmadı. Az miktar suyla hafifçe çalkaladığı tencereyi ocağının üzerine koydu. Cebinden çıkardığı çakısıyla getirdiği topaçları küçük parçaları ayrılacak şekilde tencerenin üzerinde, hafif eğilerek ayakta doğramaya başladı. Arada, sessiz şekilde hareketini izleyen diğer üç kişiyi biraz canlandırmak için; "Ee Mercik emmi nasıl gidiy bekçilik?" diye de söze girdi Selim. "Nasıl olacak, gündüz sıcaktan, gece sinekten oyalanıp gidik" şeklinde hemen cevap verdi beriki. "Eyle ya" dedi Mamet, "Köy de çok değişik deel, bu ara hava eyice duruldu." diye devam etti. Sonra da: "Yaban daha serin olmaz mı Mercik emmi, hem yerin de yüksek birez" şeklinde sordu. "Yok, yorum yok, gece bile heç yarpak kımıldamıy ama böön ufak bir esinti var kimi" diye cevap verdi Mercik.

Mercik öyle çok konuşkan bir insan değildi, hele böyle cahil cüheladan saydığı genç kısmıyla pek muhatap dahi olmazdı. Ama o gün, belki de hayatında ilk ve son kez bir yarenlik yapmıştı gençlerle. Yemeklerini yedikten sonra gençlere: "Siz çayınızı için, hele ben şu üst başa gidip bir bakiym, gündüz gurbatlar (konargöçerler) o taraftan geçti, bir zarallık olmasın" deyip bulundukları yerden güney istikamete doğru hareketlendi. Bizim üç kafadar ise taze antepfıstığı odununun közüyle pişmiş çayın keyfine kendilerine öyle kaptırmıştı ki, demlikte çay tükenene kadar çay içmeyi sürdürmüşlerdi. Bir ara Selim: "Hocam, sen hiç Ali Derviş'in depesine çıktın mı?" diye bir soru yöneltti Hayri'ye. İmam Hayri gayet doğal bir şekilde: "Ne var ki orada?" diye soruya soruyla karşılık verdi. Selim: "Bir ermiş mezarı varmış, bu Mamet ile biz geçen gelişimizde iddialaştık, Mamet korkusundan bu karanlıkta gidip şuradaki kazığı (haymanın altındaki erzak yığını gösterdi) mezarın başına çakamadı. Oysamki ben gidip çaktım" dedi. Hayri Mamet'e dönüp: "Öyle mi gerçekten?" diye sordu. Mamet: "He, ben mezardan, hele ki beyle karanlıkta daha çok korkarım eâğam" dedi. Daha hocaya bu konuda herhangi bir teklifte dahi bulunmadan, Hayri Selim'e: "Nerede şu kazık, verin, ben de mezarın başucuna çakayım, sonra da siz gelin bir konuşalım" dedi. Bu hareketiyle niyeti gençlere nasihat vermekti esasında.

Ali Derviş Höyüğü, Seydimen'in garbı fıstıklarının kuzeybatı ucunda, derelik bir yerdeydi. Aslında doğal bir yükselti mi, yoksa bazı civar köylerdeki gibi çok eski zamanlardan kalma yapma bir tepe mi olduğu tam bilinmeyen hafif bir yükselti biçimindeydi. Etrafının çukurluk, hatta eski bir dere yatağını andırması ve civardaki toprağın yanık kül renginde olması, bu muhitin çok eski bir yerleşim yeri olduğuna da işaret sayılabilirdi ama pek kimsenin tam bilgisi yoktu bu konuda. Ancak höyüğün tepesinde bir mezarı hatırlatan taş yığını olduğundan herkes burada Ali Derviş diye bir ermişin mezarının olduğunu söylerdi. Ama bu Ali Derviş'in gerçekte kim olduğu ve ne zaman yaşadığı hususunda da kesin bir bilgi yoktu. Mevcut bilgiler daha çok birbirini pek tutmayan rivayetler şeklindeydi. Fakat o zamanlar kesin olan tek şey höyüğün tepesinde mezarı andıran bir taş yığınının olduğu ve ahalinin buna saygı gösterdiğiydi. İşte Selim'in kastettiği mezar höyüğün tepesindeki bu taş yığınıydı.

Hayri, gençlere kendince mezardan korkacak bir şey olmadığını göstermek için bu işe soyunmuştu. Akşamın artık geceye döndüğü bu vakitte, haymanın altındaki erzak yığınında aldıkları demir kazığı, Hayri, höyüğün tepesindeki taş yığının yanına çakmak üzere, Mercik'in gittiği yönün tersi istikamette Ali Derviş tepesine doğru yola koyuldu. İlk akşamdan kendini gösteren hafif garbı yeli artık biraz daha kendini belli etmiş, fıstık ağaçlarının yapraklarını incede hareketlendirmeye başlamıştı. Hayri yürürken, birkaç cırcır böceğinin ve yumuşak toprağa batıp çıkan Hayri'nin ayakkabılarının sesi dışında başka bir şey yoktu ses kabilinden ortalıkta. Bu sessiz gecede gökyüzünde yıldızların ışıltısı dışında da bir ışık huzmesi yoktu, zira ay kabuğuna çekilmişti sanki bu gece.

Hayri gayet sakin bir şekilde Selim'in tarifine uygun olarak Ali Derviş'e doğru yürüyordu. Çok uzun sürmeden höyüğün tepesine ulaştı. Az önce yürürken temin ettiği düzgün ve sert bir taş ile kazığı höyüğün tepesinde mezar biçimindeki taş yığının güneydoğu ucuna çakmaya başladı. Demir kazık yumuşak toprağa çok fazla uğraştırmadan hemen gömülmeye başladı ki, taş yığının üzerinden Hayri'nin üzerine doğru hafif bir gürültüyle çok büyük olmayan bir taş yuvarlandı. Hiç böyle bir şey beklemeyen Hayri şaşkınlıkla taş yığınına baktı ve zifiri karanlıkta birkaç küçük taşın daha yığının üzerinden aşağı doğru yuvarlandığı güç bela fark etti. Tüm bunlara bir hayli şaşıran Hayri, mezarın diğer tarafından daha yoğun büyük bir karaltının yavaştan yükseldiğini görünce artık iyiden iyiye tedirgin olmuş ve ister istemez korkmaya başlamıştı. En son, bir çeşit uğultulu bir böğürtü şeklinde bu karaltıdan çıkan; "Nee oliyy ulann!" biçimindeki ses Hayri'ye yetmiş ve zavallı genç adeta bir kütük gibi sırt üstü yere düşmüştü. Allah'tan düştüğü yerde taş yoktu da, bir tarafına bir şey olmamıştı. Lakin zavallı Hayri, tüm bu tertip neticesinde bayılıp kalmıştı orada.

Kısa bir süre sonra, Selim ile Mamet'in gülüşmeyle karışık sesleri höyüğün tepesinden bile duyulmaya başlamıştı. Hayri'nin yüzünün alacağı ifadeyi çok merak ediyorlardı. Biraz gecikmelerinin sebebi Hayri'nin bu kadar çabuk höyüğün tepesine gideceğini tahmin etmemeleriydi. Höyüğün tepesine ulaştıklarında, Mercik'in Hayri'nin başında onu aydırmaya çalıştığını gördükleri zaman, deyim yerindeyse dumura uğramışlardı. Mercik gayet kızgın şekilde: "Size uyduk, eyi bok yedik!" diyerek gelenleri karşıladı. "Çabuk gidin de su getirin haymadan" şeklinde öfkeyle devam etti sözüne. Selim, haymadan suyu alıp getirdiğinde, Hayri hafiften kendine gelmeye başlamıştı bile. Ancak önceki hâlinden pek bir eser yoktu, gayet donuk şekilde bakıyordu etrafa. Biraz kendine gelip konuşabilir vaziyet alınca; "Sizden bunu hiç beklemezdim!" dedi sadece.

Her şey, daha gündüz yemeği sırasında Selim tarafından ayarlanmıştı esasında. Mercik'i ikna etmek için az dil dökmemişti bu tezgâh için. Mamet'i bu işe katması zaten hiç zor olmamıştı. Güya fıstıkları kontrol etmek için biraz önce yanlarından ayrılan Mercik, karanlıkta etraflarından dolanıp Ali Derviş Höyüğü'ne çıkmış ve üzerini eski bir çul ile örtüp kuru otlar ile kamufle olmuştu. Köyde, eğlenmek için çok fazla seçeneği olmayan gençler için bu tür tezgâh şakalar bir hayli revaçtaydı o günlerde. Bazen bu şekilde kantarın topuzu bir hayli kaçıyordu ama özellikle Selim ve arkadaşları bu huylarından hiç vazgeçmiyordu. Yalnız bu sefer, hiç ummadıkları bir şey olmuş ve bir daha bu çeşit şakalara tevessül etmeye ne niyetleri ne de hevesleri kalmıştı. Gerçi, ne Mercik, ne imam Hayri ne de bizim iki kafadar hiç kimseye söz etmemişti bu şaka hakkında ama bu olay ve ertesinde olanlar onlar açısında çok şeyi değiştirmişti.

Hayri, höyüğün tepesinde iyice kendine gelip yürüyebilecek duruma gelince, hep beraber tekrar haymanın yanına geldiler, bir müddet daha oturdular sessiz şekilde birlikte orada. Hiç kimse bir şey söylemiyor, ortalıkta matem havasını andırır endişeli bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bir müddet sonra üç arkadaş köyün yolunu tuttu ve köye ulaşınca herkes kendi mekânına dağılıp bir an önce kendini yatağına attı. Sabah, imam Hayri köyün ileri gelenlerine Nizip'ten haber aldığını ve ailesinin kendisini beklediğini söyleyerek, Kurban Bayramı'na kadar kalamayacağını iletti. Bu ani gelişmeye bir anlam veremedi kimse. Yine, pek kimse tamam deyip onaylamadıysa da, o günün akşamına doğru Hayri Nizip'in yolunu tuttu bile.

Bir hafta sonra çok üzücü bir haber köydeki herkesi şaşırtmıştı. Ama özellikle üç kişiyi resmen yıkmıştı. İmam Hayri'nin bir gün uykusundan bir daha uyanamadığı ve vefat ettiği duyulmuştu. Tüm köy sıra sıra Nizip'e, imam Hayri'nin ailesinin evine yas yerine gitmişti. Hiç kimse genç yaştaki bu iyi insanın apansız bir şekilde terki dünya etmesini bir türlü anlamamıştı. Doktorlar; "Muhtemelen gece uykusunda kalbi durmuş, mukadderat" dediler. Hemen herkese de Hayri'nin kaderini kabullenmekten başka bir şey düşmemişti. Yalnız bu haberin en büyük tesiri Mercik'in üzerinde olmuştu. Bu haberden üç gün sonra bir akşamüzeri, Mercik yabandaki tüm eşyasını toplamış köye gelmişti. Köydeki az miktar eşyasını da büyükçe bir çıkına koyan Mercik, o gün hiç kimseye bir şey söylemeden çekip gitti. Mercik'in garipliklerine alışkın olanlar bile çok anlam verememişti bu işe ama bu tuhaf adamın yaptıkları da çok fazla sorgulanmazdı. Her ne kadar, mal sahipleri ile Mercik'in anlaştıkları fıstık bekleme süresi daha dolmamıştı ama zaten fıstık hasat zamanı da yaklaştığı için pek ses eden olmadı. Üstelik Mercik hak ettiği bekçilik ücretini dahi istemeden aniden gitmişti. Mercik, bir daha ne garbı fıstıkları bekledi ne de bu taraflarda gözüktü. Sırra kadem bastı resmen.

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...